21 Ağustos 2014 Perşembe


  • KAYIP RUHLAR ÜZERİNE
  • Bazılarının ruhu kayıptır, bulamazlar bir türlü kendilerini, soramazlar cevaplarını bilmedikleri soruları, cesede dönmüş bedenlerinin içinde hapsolmuşlardır sanki. Başka türlü olsaydı yaşam, belki kendileri de başka birine dönüşürlerdi ama dünya böyleydi işte ve böyle olmasının sorumlusu da kendileri değildi ki... bu yüzdendir kayıp ruhların yaşamı ve düzeni değiştirmeye dair derin arzuları... Bu yüzdendir içki masalarında dünyayı kurtarma duyarlılıkları ve mangalda kül bırakmayan, şiddetli karşı çıkışları. Oysa kendi içinde devrim yapamamış bir ruhun, siyasi devrime soyunması nevrotik bir tepkinin dışa vurumsal yanılsamasıdır. Bu gereksiz çaba barındıran büyük yanılgı, insanın üretken düşünmesini, çözüme odaklanmasını engellemekte ve onu savaşa hazır, yıkıcı bir askere dönüştürmekte. 
    Bizler değişmeden dünya değişmeyecek bu gerçeğin anlaşılması için tüm hayatı verebilirim. Tüm insanlar yüzünü kendi kalbinin kıblesine dönmediği sürece en insancıl ideolojinin bile faşizme dönüşeceğini görmek gerek. Üstelik o savunulan ideolojilerin, 'insan' faktörünün karmaşıklığı ile ne hale geldiği, tarihin katliam sever sayfalarında örnek teşkil ederken hala dışsal dünyayı değiştirme çabalarının boşa kürek çekmek olduğunu anlamak gerek. İçimizdeki adaletsizliği yok etmeden adalet için haykırmak, kendimize yaptığımız haksızlıkları fark etmeden hak aramak, kendimizden çaldıklarımızı idrak etmeden hırsızlarla mücadele etmek yersiz. 

    Öyle bir karmaşa, öyle bir oyun ki bu, evet bazen içinden çıkılmaz bir hale geliyor, bazen acı veriyor. En acısı da insanın en büyük düşmanıyla, kendi celladıyla her an yanyana olması... onunla uyuyup, onunla uyanması. her an korkarak, kendinden kaçarak yaşaması...  Bu yüzden uyuşmayı seçer insan
    . Bazen maddeyle, bazen içkiyle, bazense onlarca kadın bedeniyle... 


     Mutluluğu bedenden bedene koşarak arayan kişi ilişkilerini fast food yaşadığından bihaber anlık doyumlarla avunmayı seçiyor. Anlık bir uçuş... sonrası derin bir yalnızlık, dipsiz bir hüzün... Hangi insan sever bu halini? Hemen derinlerdeki o ses bastırılır, yeni avlar peşinde koşan doyumsuz bir avcı gibi insan, yeni kurbanlarına sarılır. Zavallıcık!  Bu, aslında onun yardım çığlıklarıdır, kendinin bile kendinden bihaber skor peşinde koşup ruhunu aldatışıdır.

     şimdi sorarım size, tek gecelik ilişkilerle, hamburger yemek arasında bir fark görebiliyor musunuz? ikisi de insan bedeninde aynı etkiyi yapmıyor mu? Ikisinde de Doydum sanıyorsun fakat bedenine işe yarar hiçbir şey girmediği için daha çabuk acıkıyorsun. Tek fark, birinde adam çapkın oluyor ( ya da kendi tabirleriyle güzel kadına zaafı var) diğerinde obur. Bu şekilde yaşamak para, zaman ve sağlık kaybı demek, üstelik uzun vadede çirkinleşmek ve en kötüsü de ruhunu kaybetmek demek...


    Yazık, birilerinin hala kaçanı kovaladığını görünce şaşırmak ne kelime afallıyorum. Hele karşısındaki kaçmayıp, sevgiyle kollarını açtığında oyundan sıkılmıyorlar mı? Üniversite mezunu, kariyer sahibi koca koca insanlara bu kaçmaca-kovalamaca oyunu hiç yakışıyor mu? Bir de kitaplar yazıyorlar bu tip sağlıksız ilişkiler üzerine.  Bilir kişiler akıl veriyorlar, şöyle gizemli takıl,  böyle merak uyandır diye. Bir yandan da anlaşılmıştır herhalde kızların neden evlenmek istediği.  Bu kızlar için bir başarı,  bir güç savaşıdır. Ömür boyu verilen bir sözle erkekleri oltaya takmışlardır. Erkekler içinse bambaşka bir şey.  Tamamen hormonal bir strateji, elde etmenin en kolay yolu. çoğu bu yüzden yattıkları kadınlarla evlenmeye nazlanır. Heves meselesi bir anlamda. Tabi söylediklerim, aklı cinsel organından yukarıya çıkamamış,ruhunun sesini kısıp maddesel dünyanın iluzyonu içinde kaybolmuş kayıp ruhları kapsıyor.
    Toplumlarda o kadar çok kayıp ruh var ki, hepsi dünyada fazlaca 'Var' olma derdinde, her hareketleri ben burdayım demek için. Aslında o kadar 'Yok'lar ki... Terazinin bir kefesi ne kadar boşsa diğer kefesi o kadar tavan yapıyor bu yüzden.

    Bu kadar fazla yetişkin çocukla nasıl başa çıkılır bilemiyorum, zaten Matematiğim her daim kötü olmuştur. Tek bildiğim: bunun bir korkaklık, bir zayıflık olduğu. Oysa güçlü insan derindir. Kendi karanlığıyla yüzleşecek kadar da cesur...


     Dokunduğu elin kimin eli olduğunu hissetmeden, kimi öptüğünün farkına varmadan, kokusunu bir dolu içine çekmeden yaşayanlar kendilerini bulmayı başarana kadar kaybolmuşluklarında sarhoş olmaya, kendilerini mutsuz ve doyumsuz cehennemlerine hapsetmeye devam edeceklerdir
    Evet, bazen hepimiz aldanırız ya da çocukla çocuk olasımız gelir belki. Çocuklarla neşe içinde, keyifli bir oyun oynamak yetişkin ruhumuza iyi gelecektir. Yasama dokunduğunu hissedecektir bir kez daha. Yaşı ilerlemiş bir yetişkinin nefes nefese kalması gibi yorulduğumuzu hissedip çıktığımızda oyundan, yüzümüzde koccaman bir gülümseme vardır. çocuklarsa önemsemez kiminle oynadığını,  onlar için aslolan oyunun kendisidir. Bunun için alınmaya, darılmaya gerek yok. Biz yeniden gümbür gümbür atan kalbimizin yerini hissetmişizdir ya yanımıza kalan en değerli şeydir bu. Oyununa dahil olduğumuz afacanlar için oyun bir rutindir. Hep oynanabilir, heryerde ve herkesle... zaman geçip sorumluluklar biriktiğinde Keşkeler, derin bir pişmanlığa dönüşür buyetişkin çocuklarda. ödevler birikmiş,  zaman tükenmiştir. Pişmanlıklar atalete böyle dönüşür işte, böyle yok eder yaşam enerjisini insanın. Yaşam enerjisi tükenen insan depersyona sürüklenir. Sonrası vahim... 
    uyuşturucu bağımlılığı ya da en iyi ihtimalle alkolizm kendini gösterecektir.
    Şimdi tüm bunları görüp, birilerinin hayatına dokunmak istiyorsun bazen. "Dur" demek istiyorsun, "kaçma artık kendinden. Bir süre yalnız kal, kendini dinle, yeterki içindeki şımarık çocuğun serseriliğini dizginle, serserilik özgürlük değildir." Onu sarsmak, kendine getirmek istiyorsun ama nafile... Gerçek özgürlüğün ancak ruhsal doyumla gelebileceğini nasıl anlatırsın böyle birine. Yaklaştığın anda
     Yabani bir kedi gibi, hırıltısıyla uzaklaştırıyor seni kendinden.


     "Ne hali varsa görsün" demek istemem de hali varsa halã, görmesini çok isterim bazılarının.

    Yollar kendimize doğru, yolculuklar kendi toprağımıza... O toprak ki ulaşmayı başarırsak ne tohumların yeşermesini sağlayacak
    ... büyüyen her fidan, can verecek toprağa, doğaya ve de tüm insanlığa... ah keşke diyorum konuşmak yerine anlatabilsem...

BÖYLE DE GÜZEL'den bir bölüm


Kaderci olduğumu düşünür kimisi, Hayır kadercilik değil benimki, tekamül inancı. Insan herşey gibi saf enerjiden ibarettir. Varliimizi 5duyuyla algiladigimiz icin gercek zannediyoruz oysa herşey hem var hem de yok yani foton-boşluk. Yanıp sönen yıldızlar gibi, titresen ışıklar gibi. Bir variz bir yok. Yazılan hayatlari yaşamıyor hiçbirimiz, kendi yazdığımız senaryolarda başrol oynuyoruz sadece. Bir oyun sahnesi dünya, yarın perde kapanırken hepimiz elele tutuşup selamlayacagiz tüm evreni. Bu oyunda kötü rolleri seçmiş olanlarda var onlar sadece rollerinin hakkını vermeye çalışıyorlar, biz de hakkini vereceğiz rolümuzun elbet, kötülere boyun egmeyeceğiz ama sorunlari da icsellestirip kalbimizi karartmaya gerek yok. Herkes kendinden sorumlu. Kendi hislerinden, kendi düşüncelerinden... rolüne kendini kaptiranlar kendilerini yeryüzüne hapsedenlerdir. Son sahne... uyanis başlar ve unutulmasin iyiler daima kazanir...

İYİ ÇOCUK OLMAK İÇİN KENDİLERİNİN CELADI OLANLAR ÜZERİNE


Bazılarının ruhu ölü gibiydi. Onlar ne aşklarını dile getirdiler ictenlikle, ne özlemlerini, ne kizdiklarinda sinirlerini belli ettiler ne de umutsuzluğa kapildiklarinda hislerini... yazik oldu giden yillarina ictenlikle yasanmayan her dakika icin eminim pismandirlar... insan baskalarina karsi duvar öruyorsa aslinda kendini o duvarın ardına hapsediyordur. Birakin toplumun sevdigi, takdir ettigi iyi çocuğu oynamayı. Herkes uyum saglasaydi topluma, hicbir toplum gelisemezdi. Bugün tanıdığımız tüm reformistler toplum tarafından dislanan, anlaşılmayan ve takdir görmeyen insanlardi. Keske herkes yüreğinin götürdüğü yere gidebilecek cesarette olabilse...

 sahi içimizdeki çocuğu ne zaman öldürdük biz? Ne zaman vazgeçtik hayallerimizden ve ne zaman söndü gözlerimizdeki ışık, ne zaman uzaklaştık gülüşlerimizdeki samimiyetten? ?

REHBERLİK ÜZERİNE
Bizler çocuklarımızın sadece rehberleriyiz. Onlar bizim rehberliğimizi seçmiş, biyolojik olarak bizim fakat ruhsal olarak evrenin çocuklarıdır. Bir köye öğretmen olarak atandıgimizda nasıl cesmenin yerini, okulu, meydani bize öğretenler köylülerse bizler de çocuklarımıza yasami tanıtmakla görevliyiz sadece. Çeşmenin, okulun, meydanın yerini gösterdiği icin köylünün kendini öğretmen sanmasi kadar saçmadir kendimizi çocuklarımızdan üstün görmemiz. Asil öğretmenler onlardır ve bizler sadece evlatlarimizin rehberi olabiliriz bu hayatta, onlarin Seçtigi sevgi dolu rehberler... onların insan olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Kizdiklarinda saygısızlık yaptıklarını düşünüyor, kızlarımıza gülmeyi, erkeklere ağlamayi yasakliyoruz. Yanımızda sıkıldıklarinda, dışarı cikmak istediklerinde şımarıklik ettiklerini söyleyip suçluyoruz. Onlara iyi özelliklerinden cok kötü bulduğumuz özelliklerini söylüyor, sürekli elestiriyor ve emirler yagdirarak adam etmeye çalışıyoruz. Bizlerden sevgi ve takdir görmek için uslu çocuk oluyorlar, büyüyüp yetişkin olduklarında duydukları öfkeyi ifade edemeyen, arkadan konuşan kaypak tiplere dönüşüyorlar. Sevdikleri zaman belli etmekten çekiniyor, kendilerinin olumlu özelliklerini göremiyor kendilerini değerli bulmuyorlar. Onlari mutsuz, doyumsuz ve sevgisiz bir hayata mahkum etmeye hakkımız yok. Bu cocuklar her yerde.bazen 50 yasinda bir dindar bazen 30 yasinda bir barmen... gercek su ki: cogumuz kendini reddetmis, utanca bozulmuş, degersiz olduguna inanan ve kendine güvenmeyen yetişkin çocuklarız. Önce icimizdeki çocukla barışalim yeniden. Tabi hâlâ yaşıyorsa...

GÜÇLÜ KADINLAR ÜZERİNE


Güçlü kadın kendini cinsel bir obje olarak görmez, onun tek silahı cinsellik değildir. Tam tersi, dokunduğunda karşısındakinin bedenine değil ruhuna dokunur. Gözleri, karşındakinin ışığını görür. Birlikte ışık olurlar, birlikte büyürler. 
Güçlü kadın, fast food yaşamaz hayatı. Derindir. Böyle yaşayanlardan hep uzak durur. 
Yol uzundur, yaşamak da zaten budur. Dersini alır ve yola koyulur. Yolculuğuna kaldığı yerden başlamak yıkmaz onu.. Gelecekten korkmaz. Yaşama güvenir çünkü kendine güvenmektedir. O, kime dokunduğunu farketmeden dokunan, ruhunu kaybetmiş cesetlere aldanmaz. Evet, birkaç defa bu oyuna gelmişliği vardır belki. Sözü sennettir çünkü kadının. Sözlere değil gözlere inanması gerektiğini de bu bedenli et yığınlarından öğrenmiştir.
O, karşısındakinin kokusunu içine çekerken gerçekten hissetmiştir, öperken tüm ruhuyla öpmüştür. Karşısındaki insanın ne hissettiğini kestirmeye çalışacak kadar analitik değildir güçlü kadın. Hem kandırmaca içinde bir ilişki sürdürüyorsa karşısındaki, bu, onun hayatındaki ciddi bir yaşamsal problemdir. Onun kendi yolunu bulabilmesi ve yaşamın gerçek hazzına erişebilmesi için dua eder. Aldatıldığı için kendini aptal yerine konulmuş hissetmez. Çünkü bilir ki insanlar birbirlerini aynalar. Yani Aptal olandır aptal yerine koyan...
 onun eli kolu bağlı değildir hiçbir zaman, ruhuyla çeliştiğini hissettiği fakat sabrettiği zamanlar olur elbet, tüm bunları bir oyun gibi görür. Ruhunun aktığı yöne doğru gideceği günü neşeyle bekler. O gün, kapalı olan tüm kapılar açılacaktır ona hem de yaşamla savaşmasına gerek kalmadan, KENDİLİĞİNDEN...

Eve Dönüş Derneği ile ilgili son durum şudur arkadaşlar, Ekolojik evlerin yaygınlaştırılmasına yönelik proje Avrupa Birliği hibelerini alamayacak kadar büyük bir yatırım gerektiriyormuş. Dernek sadece broşür basıp, dergi yayımlamak gibi çevre bilincinin artırılmasına yönelik faaliyetlerde bulunacaksa, zaten bunu yapan pekçok derneğin olduğunu düşünüp Derneği kurmaktan vazgeçtim. Amacım, hem güneş enerjisinden elektriğini üreten hem de bir su pompası vasıtasıyla sıcak suyu kalorifer peteklerine göndererek doğal gaz kullanımını sıfıra indiren, yağmur suyu depolama sistemi ile su tasarrufu yapan ve atıklarını yok eden apartmanlar kurarak insanların sistemden çıkmalarını sağlamaktı. Elektrik, su, doğal gaz faturalarının olmadığı, çevreyle %100 uyumlu bu evlerin yaygınlaştırılması ile H.E.S.lere Hayır, TERMIK SANTRALLERE HAYIR demekten bir adım daha öteye geçebilecek ve sistemden binlerce insanın çıkmasıyla yapıcı bir çevre bilincini hayata geçirmiş olacaktık. Bunun için derneğin gelirleri ekolojik evler inşa eden bir şirkete aktarılıp elde edilen kâr ile yeni binalar inşa edilebilecekti. Yani söylemden eyleme geçmiş olmanın gururu ile sistemin içindeyken sistemi eleştirme iki yüzlülüğünü ortadan kaldırmayı hedeflemiştim. Kısaca anlatmam gerekirse 12 dairelik bir apartmanda bu sistemin kurulması yaklaşık 200 milyar civarıydı yani bir müteahhit mantığıyla düşünecek olursak bir daire fiyatına normal bir apartman ekolojik bir apartmana dönüştürülecekti. Aparmartmanın her dairesinde 4 kişi yaşadığı düşünülürse 48 kişi ilk etapta devletin sağladığı elektriği, suyu ve Rusya'dan alınan doğal gazı kullanmamış olup, evsel atıklarla çevreye zarar vermemiş olacaktı. Bu sistem Doğu Karadeniz kıyıları hariç Türkiye'nin her yerinde yaygınlaştırılabilir olup Akdeniz ve Ege kıyılarında çok daha ucuza mal edilecekti. Üstelik gayrimenkul yatırımını seven Türk insanına 'para' deyince akan suların durduğunu bildiğimden, Çevre duyarlılığına sahip olmayan insanların bile fatura ödememek adına satın almak isteyeceği türden bir projeydi. Binlerce insanı bu şekilde sistemden çıkarabilecek olduğumu düşünüp günlerce "neden olmasın" umuduyla gözüme uyku girmedi, imza toplayıp, mitingler düzenlemekten çok daha gerçek bir EYLEMdi bu. Ama gelinen nokta, dernekler kanunun elimi kolumu bağlaması ve sermaye yetersizliği. Derneğe destek veren bir inşaat şirketi kuramayacağıma göre bu hayali hâlâ aynı heyecanla gerçekleştirmek istememe rağmen ne yazık ki rafa kaldırıyorum  :(
belki diyorum hayaller uçuşur gökyüzünde, gücü, parası yerinde biri gerçeğe dönüştürür hayallerimizi.


:(

 

TOKAT YEDİĞİNDE DİĞER YANAĞINI ÇEVİR DİYENLER ÜZERİNE




Birileri çıkıp tokat yersen diğer yanağını çevir diyor ya, baştan sona saçmalık yani bilinç sıçramasını yaşamamış insanlar için bu bir saçmalık. Bazen böyledir. Adama yeni bir din kurduk her gün 20dk. Yoga yapacaksın desen kural gereği yoga yapar. Ne konsantrasyon vardır yaptığı işte ne huşu... arada yogayı bırakıp ses yapan çocuklara ayakkabı fırlatır, önünden geçen karısını azarlar ama yoga yapmayı ömrünün sonuna kadar sürdürür. Sonunda cennet müjdelenmiş ya. Zavallım onu da yanlış anlamıştır zaten. cenneti bir yer zanneder durur oysa cennet bir bilinç boyutudur. Ne yer vardır ne zaman... Bu adam yeryüzünü cennete çevirmek için kılını bile kıpırdatmayıp cennete gideceğini düşünür ya, işte bu da cahilliğin dik alasıdır.

 

 Geçenlerde birine müslüman olmayan cennete giremez mi yani dedim. Giremez dedi. Kelime–i şahadet getirmesi lâzımmış. Peki adam müslüman ama al işte M. Gökçek, T.Erdoğan... onların bunca kul hakkına, bunca günaha rağmen cezalarını çektikten sonra cennete girmeye hakkı var, Che gibi dünyada insanların ezilmemesi için, kimsenin kimseyi sömürememesi için canını vermiş güzel yürekli bir adamın cennete girmeye hakkı yok. Hani Allah`ın adaleti. Bu mu adalet? Einstein'ın, Tesla`nın bu dünyaya yaptığının 10da 1ini sizin elini eteğini öptüğünüz, şeyh`iniz yapabildi mi acaba? Bunlar ne yiyip ne içiyor, hangi pencereden bakıyor dünyaya hiç anlamıyorum. Evet, insanlar anlamadığını yargılarmış. Nasıl bir rehavettir bu uyanamadınız bir türlü be kardeşim! kaldırın şu perdeyi gözlerinizin önünden.

 

 Tüm dinlerin anlatmaya çalıştığı şey hemen hemen aynıydı aslında. ama ruhsuzca ezberlenen dualar gibi içselleştirilmemiş hiçbir bilgi insanı bir sonraki bilinç boyutuna çıkartamaz. İnsan, `bilinçsiz bir bilgili` olarak söyledikleriyle yaptıklarının, inandıklarıyla günahkar düşüncelerinin ikileminde kendi cehennemini yaratır.

 

 Hangi öğretiye gönül vermiş, hangi dinin mensubu olursan ol gözlerinde Allah`ın ışığı yoksa kalbine henüz o ışık zuhur etmemiş demektir. Gözler kalbin aynası değil miydi? Öyleyse adamın okuduğu duaya, bildiği arapçaya, gittiği hacca bakılmaz. Yüzündeki, gözündeki nur kalbindeki Allah sevgisini anlatır zaten.

 

 Gelelim tokat mevzusuna. Sana tokat atılıyorsa,

 1. Buna mümkünse izin verme çünkü sen tek ve eşsizsin.

 2. Durdurabiliyorsan bu şiddeti durdurmak için bir şeyler yap. (çünkü şiddet toplumun en hızlı yayılan virüsüdür ve bu bulaşıcı hastalığa çocuklar yakalanırsa o ülkenin geleceği kararmış demektir)

 3. Neden şiddete maruz kalıyorsun bir düşün. Karşındakinin sana ayna tuttuğunu, Yaşam deneyimini kazanman için görevlendirilmiş (kötü rolde olmayı kabul etmiş de olsa) bir görevli olduğunu unutma

 4. Kendini sevmediğin açık. Silkelen ve kendine gel. Ayna karşısında kendine söylediğin sözleri, kendine ettiğin hakaretleri bir düşün. Başkalarından duyunca canının yanması, öfke duyman biraz tuhaf değil mi? Kendini seven insan iyiliğe ve güzelliğe layıktır. Kendine yarattığı çevre o yönde olur. Toplumun en büyük sıkıntısı bu, kendiyle barışık olmayan sevgi açlığı çeken yetişkin çocuklar...

 5. Çocukluğunu hatırla. Profesyonel bir nlp uzmanından yardım alarak bilinçaltı kodlamalarını, çekirdek inanç kalıplarını sapta. Ya daha önce bizzat kendin şiddet gördün ya da annenin gördüğü şiddeti bugün bant kaydı gibi tekrarlıyorsun Bitirilmemiş bir işi tamamlamaya çalışıyor olabilirsin.

 Bilinç sıçraması yaşamış bir insansan artık,

 6. Madde söylenebilir

 6.Eğer o tokatı yemek için hocanı ayağına kadar getirdiysen öbür yanağını da çevir.Alman gereken dersi iyice düşün ve yoluna devam et.

 Sevgiler 

BAZENLER


Bazen cıvıl cıvılsındır, bazen sessiz, bazen hoyrat bir rüzgar gibi için içinden taşar, bazen öfken ruhuna sıçrar bazense başını önüne eğer kabul edersin gerçeği. Bazen gitmek ister gidemezsin, bazen kalmak ister yapamazsın, bazen kırılmışlığının hüznünü yaşar, bazen zorlu yolları aşarsın. bazen kimseyi istemezsin yanında, bazen kendine bile ağır gelir varlığın. Sonra birden ayağa kalkarsın bazen, kendini güçlü hisseder yola çıkarsın, başın dimdik... ruhun arınmıştır tüm kirlenmişliğinden. Bazen de hıçkıra hıçkıra ağlarsın geçmişin tozlu sayfaları arasında gezinirken, bazen affetmekte zorlanır, bazen herşeye rağmen sımsıkı sarılırsın. Yaprağın kaderi düşmektir bazen, illa kalsın istersin sonbahara inat. Bazen tüm yaprakları toplayıp çöpe atarsın, yeniden dalların çiçek açmasını beklersin sonra umutla. Bazen de beklemeye gücün kalmaz, dalgalar gibi coşmak istersin delice, bastığın yer umrunda bile olmadan koşmak istersin sürprizlerle dolu geleceğine.

 Diyeceğim o ki dostlar : sakın sanmayın ruhen büyüdükçe hep mutlu, hep mutlu insanlar olacağız. Olamayız ve de olmamalıyız çünkü mutluluk daima devam eden bir çizgi değildir zaten öyle olsaydı adı mutluluk olmazdı. Önemli olan insanın tüm duygularına sımsıkı sarılabilmesidir. Yeryüzünde Tanrıyı oynamaya çalışmanın lüzumu yok. Ağladığında insan, ağlamasını sevmeli, öfkelendiğinde ya da güldüğünde yüzünün aldığı hali... Bazen çiçek açıp bazen solmaktır hayat. Unutmayın, solmayan çiçek olmaya çalışmak bahçıvanın elinden kurtulup bir tüccarın mağazasını süslemeye benzer. Ölü, ruhsuz ve satılık...

AYDINLIĞI BÜYÜTMEK ÜZERİNE


Biliyorsunuz ki Evrenin kanserli hücreleri gibiyiz, kendi türümüz başta olmak üzere doğadaki tüm canlıları yok ediyor, Evrene büyük zararlar veriyoruz. Evrendeki bu hastalık geri dönülmez düzeye ulaşmadan, bizler varolan herseyi yok etmeden, biran önce harekete geçmeli aramızdaki mutasyona uğramış, hasta hücreleri lenflere göndermeliyiz. İyilerin kazanması için hareket vakti

 Yeryüzü cennetini yaratmak için önce evrenin karanlıktan aydınlığa çıkması şart. Biliyorsunuz ki kanser hastalığının en iyi ilacı moraldir. Bizler yıldızlar gibi yanıp sönerek evrene duygularımızı yani enerjimizi yansıtıyoruz. Bu yüzden bir süre sadece sevgide kalarak, yaşama gülümseyerek, yaptığımız her işten zevk alarak ve etrafımızda insan, hayvan, bitki ayırmadan ihtiyac sahiplerine yardım ederek işe başlamalıyız. Duyarlılığımıza en uygun yardım kuruluşunda gönüllü çalışabilir, hayvanlara bir kap yemek bırakabiliriz. Amaç: sevgi ve iyilik enerjisinin büyümesidir. Karşı olduğumuz şeylere öfkeyle tepki vermekten çok daha etkili bir yol olduğunu göreceğiz. Düne kadar savaşa, kadına şiddete, adaletsizliğe hayır dedik ama adaletsizlik, şiddet yine de giderek büyüdü. Çünkü bizler neye odaklanırsak onu büyütürüz. İYİLİK hareketimizin amacı insanların odağını sevgiye, barışa, hoşgörü ve iyiliğe yöneltmek. Yani kollektif bir bilinç sıçraması yaratmak. karanlığın korktuğu tek şey aydınlıktır. Bizler hümanizmin ışığını yakıp, kendimizi ve çevremizi aydınlattığımızda karanlık yok olmaya mahkum olacaktır.

 Dünyayı temizlemek için önce kendi kapımızın önünden başlayacağız, yani kendi yüreklerimizden... Bunu yaparken yardıma ihtiyacı olanlara el uzatmamız çok önemli. Yaşam denen bu koca Yap - boz'da bir kişinin bile yerini bulmasını sağlasak bir başkası da kendi yerini daha kolay bulacaktır, tabiki bizler de...

GÜLÜMSEMEK VE GÜLÜMSETMEK ÜZERİNE


Gülümsemek, gülümsetmek ve sevgide kalmak neden bu kadar önemli?

 Çünkü kalplerimiz zehirli duygularla dolu oldukça kararmaktadır bu nedenle ne kadar ibadet yaparsak yapalım Allah`ın ışığını yansıtamaz hâle geliriz. Çünkü ışığı yansıtan en güçlü renk beyazdır. Siyahsa ışığı emer yok eder.

 Sevgide kalmaya devam edin. Dünyamız yeniden Hümanizmin ışığı ile aydınlandığında karanlık yok olup gidecektir. nasıl sessiz bir devrim yaşandığını hep birlikte göreceğiz. Unutmayın, yukarısı aşağısı gibidir ve dışarısı içerisi gibi...

 duygu ve düşüncelerimizden sorumluyuz.

 Eğer kendimizle savaşımız bitmemişse henüz, savaşları durdurmamız mümkün değil,

 eğer kendimize verdiğimiz sözleri tutamıyorsak aldatılmaya mahkumuz.

 Kendimize karşı adil değilsek adalet için mitinglerde düzenlesek hiçbir şey değişmeyecek.

 Ve eğer içimizdeki çocuğun sesine kulaklarımızı tıkamaya devam edersek çocuklar ölmeye devam edecek. Dışarısı bizi yansıtan bir ayna sadece. Biz değişirsek kollektif bilinç değişir, dünyamızın enerjisi değişir ve enerji değiştiğinde herşey değişecektir...

YERYÜZÜNDE CENNETİ YARATMAK ÜZERİNE


Biliyorum yaşamın kargaşası içinde sevgide kalmak, olumluya odaklanmak çok zor. Ben de bu dünyada sizlerle birlikte yaşıyorum. Trafik çilesi, ikiyüzlü ilişkiler, insanın yüzüne tokat gibi çarpan gerçekler... üstelik orta doğu hâlâ kan gölü, hala çocuklar açlıktan ölüyor, birbirini hiç tanımayan insanlar ellerindeki silahları birbirlerine doğrultuyor... Düzen bu evet, ya öleceksin ya da öldüreceksin. Peki, hiçbir şey gelmiyor mu elimizden? Biz de yoldaki adamın omzuna çürütürcesine çarpıp özür bile dilemeden yolumuza devam edersek, mahvettiğimiz doğa için `elimizden bir şey gelmez` deyip köşemize çekilirsek, kadınların, çocukların dayak yemesine sessiz kalıp, parayı bulduğumuz anda çalışanlara hayatlarını zehir edersek, sokaktaki köpeğin açlığını umursamaz, su kaynaklarının kirletilmesine sesimizi çıkartmazsak bu karanlıkta daha ne kadar yaşayabiliriz? Sağlık, mutluluk, huzur gibi dilekler sadece özel günlerde öylesine söylenmiş temennilerden ileri gidebilir mi?

 Bu, zincirleme olarak dünyayı dolaşan karamsarlıktan, bulaşıcı bir hastalığa dönüşen hoşgörüsüzlükten sıyrılabilmenin bir yolu var dostlar. Size Çok ütopik gelmesin n'olur, gerçekten yapacağımız şey çok basit: sevgide kalmak... gülümsemek, iyiye ve güzele odaklanmak, başkalarının da iyiliği ve güzelliği görmesini sağlamak, onları da gülümsetebilmek. Hümanizmin şaha kalktığı gün, ışığımız büyüyecek, tüm evren ışık saçan meleklerle dolu olduğunda herkes kardeş olduğunu fark edecek, eline silah verilen adam `ben insan kardeşimi öldürmeyeceğim` diyecek, bir ağaç kesildiğinde, bir hayvanın daha nesli tükendiğinde, bir çocuk susuzluk çektiğinde evrenin çektiği acı yüreklerimize hissedilecek... biz çok kalabalığız kardeşlerim, buna dur diyebiliriz, bu gerçeği değiştirebiliriz.

 Görünmeyen bağlarla birbirimize bağlı olduğumuz bir gerçektir. Afrika`da ağlayan küçük bir kızın acısını ruhumuz hissetmekte, Kirletilen toprağın, kesilen ağaçların vicdan azabını farkında olmasak da yaşamaktayız. Bu yüzden de hangi konuma gelirsek gelelim gerçek mutluluğu asla hissedemiyoruz. Hep bir şeyler eksik gibi... Evet, eksik olan bir şey var Sevgi... bundan sonrası sevmek, kendini, doğayı, tüm evreni. ancak seversek kabul verebiliriz gerçeğe ve ancak kabul edebilirsek dönüştürebiliriz cehennemi cennete. çünkü kabul etmek soruna odaklanmaktan vazgeçip çözüm arayışına girmektir. soru varsa cevap her zaman gönderilecektir.

Yaşayan her canlı evrenin bir parçasıdır. Ve hücrelerimiz nasıl ki dokuları, dokular organları, organlar bedeni oluşturuyorsa bizler de evreni oluşturan hücreler gibi bir bütünün parçalarıyız.

 O ağaca dokun, yapraklarıyla konuş, o toprağa su ver, o köpeğe yuva ol,evini açamıyorsan barınakların iyileştirilmesi için çalış. Hepsi senin dilini bilir ve anlar. Çünkü onlar senin gözündeki ışıkla, yüreğindeki sevgiyle iletişim içindedir. Tıpkı evren gibi... Hangi dilde konuştuğum değil, hangi duyguyla konuştuğundur önemli olan...

Şiirimsi

 

 Bulacak insan elbet kendini,

 Başka hayatları kusursuzlaştırma çabasının kendi kusurlarını örtmek için olduğunu anlayacak,

 Alacak başını avuçlarının arasına,

 Bastığı toprağı kuruttuğunu görecek elbet,

 Kendi bozkırını yeşertmediği sürece...

 

 Sonra ormanlar yeşerek binlerce insan yüreğinde,

 Yeniden canlanacak doğa,

 Kuşların da bir yuvası olacak.

 

 Ve gözlerden okunacak,

 Çağlayanların gürültüsündeki haşmet,

 Ve de narin bir kelebeğin kanat çırpınışındaki nezaket...

 

 Herkes bilir aslında

 Kuru toprağa yağmur düştüğünde yayılan kokunun muhteşemliğini,

 Demem o ki;

Şu kuraklık bitse keşke,

 Herkes yeniden,

 yeniden ağlayabilse...

Bir çocuk dünyaya gelirken DNA yazan hücreler her seferinde bir kaydırma yapıyorlarmış, birebir aynısını çizmeyi başaramıyorlar yani. Böylece annesinin ya da babasının birebir kopyası olmayan, tamaman özgün, eşsiz bireyler dünyaya geliyor  Yani her seferinde hata yapıyorlar diyorum anlasanıza...

 Belki resme biraz büyük bakmak gerekiyordur, belki bambaşka, eşsiz bir gelecek içindir bizim de yaptığımız onca hata.

 Belki böyle herşey çok daha güzel olacaktır.

 Belki bambaşka bir tadı olacaktır hissettiğimiz rüzgarın.

 Sohbetlerimiz daha bir keyifli olacaktır belki.

 Hem Belki

 birlikte yaşlanmakla

 birlikte büyümenin farkını idrak ettiğimiz için hayallerle gerçekler aynı zaman diliminde hayat bulacaktır...

 Biz de böylelikle izlemek yerine yaşarız belki,

 kavganın bile bir onuru olur.

 Uğruna mücadele ettiğimiz büyük hedeflerimiz olur, başarınca gururla ışıldayan gözlerimiz...

 

 Aynaya daha sık bakarız belki,

 Belki daha çok severiz kendimizi

 ya da kendimizi daha çok sevmemizi sağlayan o birini, onun gözlerini,

 gözlerinde gördüğümüz aksimizi...

 

 Cebimizde çok para varken sıkıntıdan patlayan biz, simit yiyip ayran içerken bir kaldırımda,

 dünyanın en mutlu insanları oluruz belki...

 

 Kimbilir...

 

 Saçıma kırmızı bir karanfil takıp çimenlere uzanmak,

 rüzgarı hissetmek istiyorum bu ara.

 Yaprakların arasından sıcacık sızan güneşin gözlerimi kamaştırmasını sonra...

 Sonra da yüreğimi bir tüy gibi yumuşacık sarmalamasını...

 

Yüzümde durduramadığım bir gülümsemeyle gıdıklanıyormuşçasına sohbet etmek istiyorum o köşe başında.

 Kimseyi umursamadan hem de,sarhoş olmadan...

 

 yıllar önce okuyup çok etkilendiğim bir kitabın soru işareti var bu ara aklımda

 Yarın diyordu ölecek olsan...

 

 Ne yapardık hakkatten?

 Ben her sabah bu soruyu soruyorum kendime. Yapabildiğim kadarını yapıyorum,

 yapamadıklarım

 belirsiz bir geleceğe kalıyor...

 Sonra ben de herkes gibi susuyorum o zaman...

 Bin kez sustuğum için susuyorum belki de böylesine... ya da susanlara duyduğum sevgiden, belki biraz da öfkeden...

 Belki annelerimizin bizi döverken hırslanıp, hızını alamadıkları gibi tekmelemek geldiği içindir içimden...

 

 Sahi YARIN ölecek olsan...

 

 Yarın var mı gerçekten?

 

Evlilikler üzerine

 Evlilik gibi ilkel bir sözleşmeye imza atmış olmaktan dolayı utanç duyan bir kadın olarak, evliliğin özel mülkiyet kavramının gelişmesiyle erkekler tarafından bulunmuş bir miras bırakma yöntemi olduğunu hatırlatmak isterim. Anaerkil yaşamda cocuğun babası belli değildi, babanın bugünkü rolünü dayılar üstlenmiş durumdaydı. Ve erkek, mirasını bırakabilmek için kadının cinselliğine ipotek koydu. Sonra da bunu kutsallıkla bir güzel makyajlayıp kadınların bile savunduğu yasal bir kölelik sistemine dönüştürdü. Ataerkilliğin sembolü: evlilik... Şimdi bu söylediklerimi benden hiç beklemeyenler de olabilir. Ancak insan olmak için, sevmek için, yaşamak için yasaklara ihtiyacımız yok. Yasakların, vicdanının sesini duymayanlar için frenleyici olacağını düşünüyorsanız, ensest, çocuk ve hayvan tecavüzü konusunda dünyada 5.sirada olduğumuzu hatirlatayım derim. Görüldüğü üzere müslüman bir ülke olmamız bu gerçeği değiştiremiyor. Demek ki yasaklar ve kurallar gerçeği değiştiremez. Önce insan olmayı öğrenmek gerek. Korkarak değil sevgiyle yaşamak, varlığımızı kabullenmek ve tüm derin dehlizlerimizle cesurca yüzleşmek gerek... Hiçbir senet, hiçbir madeni halka birbirine ait olmayan ruhları bir arada tutamaz. Ve zorlamayla, fedakarlıkla yürümeyen bir ilişki zorla yürütülmeye çalışılamaz. Gerçek sevgi hiçbir söze, hiçbir beyana ihtiyaç duymadan karşılıklı istek ve samimiyetle devam edecektir zaten. iki ruh birbirini besleyememeye başlamışsa gitme vakti gelmiştir. Toplumsal kuralların baskısı ve bilmem kaç yıl önce yapılan bir sözleşmenin bağlayıcılığıyla iki insanı bir arada tutmak katliamdan başka birşey değildir.

19 Ağustos 2014 Salı

DEVRİM


Devrim,
Ancak KENDİLİĞİNDEN gerçekleşebilirse
Kalıcı bir devrimdir.
Devrim, ilahi sürecin önlenemez ilerleyişi
Ergenliğini tamamlayamamış insanoğlunun
Evrimsel dengelenişidir.
Yaşama sevincim
Ölüme yakın oluşumdandı oysa,
Kanıt arıyordu hep gözlerim
Daha sıkı tutunmak için hayata. ..

18 Ağustos 2014 Pazartesi


Ağaç çiçek açsa,
dünden razı sonbahar
yeniden ilk olmaya...
Saçıma kırmızı bir karanfil takıp
Çimenlere uzanmak, rüzgarı hissetmek istiyorum bu ara
Yaprakların arasından sızan sıcacık güneşin
gözlerimi kamaştırmasını sonra...
Sonra da yüreğimi bir tüy gibi
Yumuşacık sarmalamasını...

Yüzümde durduramadığım bir gülümsemeyle
Gıdıklanıyormuşçasına sohbet etmek istiyorum o köşe başında
Kimseyi umursamadan hem de,
Sarhoş olmadan...

Yıllar önce okuyup etkilendiğim bir kitabın
Soru işareti var zihnimde bu ara
Yarın diyordu ölecek olsan...

Ne yapardık hakkaten?

Ben her sabah bu soruyu soruyorum
Artik kendime.
Yapabildiğim kadarını yapıyorum
Yapamadıklarım kalıyor belirsiz bir geleceğe...
Sonra ben de herkes gibi susuyorum
Bin kez sustuğum için susuyorum belki de
Ya da belki susanlara hissettiğim sevgiden
Belki biraz da öfkeden
Belki annelerimizin bizi döverken
Hırslanıp hızını alamadıkları gibi tekmelemek geldiği icindir içimden...

Sahi yarın ölecek olsan...
Yarın var mı gerçekten?


O, en çok kara gözlerimi severdi benim
Gözümün ne kadar kara olduğunu bildiği halde üstelik

16 Ağustos 2014 Cumartesi

sevdiğim mısralar

Ne zaman seni düşünsem,
İstanbul'da bir eylül sabahı oluyor gözlerin
sevda renginde,
Yüzünü mısralara düşürsem,
Sesinin buğusu kalıyor çayın deminde...

Ne zaman seni düşünsem;
Ellerinin karanfil kokusu siner
Yazdığım mektuplara,
Koskoca bir şehir gülümser...
 İçimde kırlangıç fırtınası,
Sokağımda baştan sona keder...

(Gülcihan Atalay)