13 Haziran 2015 Cumartesi

Hayatım boyunca böyle hissettim. Sanki yabancı bir ülkede, dilini bilmediğim insanlarla bir arada yaşıyordum. Gülüyorlardı, neye güldüklerini anlayamıyordum. Kızıyorlardı, neye kızdıklarını da anlayamıyordum. Onları anlamak için gözlerinin en derinine bakmaya çalışıyordum. Yakınlık gösterenlere, bana yardımcı olmaya çalışanlara, yabancı memlekette tek başına kalmış bir insan gibi güvenmeye ve inanmaya muhtaçtım sanki. Her gülümseyene yakınlaşmamam gerektiğini anladığımda kalbim çoktan kırılmıştı. Hani bilirsiniz. inandığınız bir insandan duyduğunuz ilk yalan gibi, güvendiğiniz birinin sırtınızdan bıçakladığı an acıyla şaşkınlık arasındaki o son bakış gibi.... Söz verdim kendime sonra,  artık bu dili öğrenecektim. ne dediklerini anlayacaktım. Güldüklerine gülecek, sevdiklerini sevecek, kızdıklarına sövecektim. Onlardan biri olmak istiyordum çünkü kendimi ait hissetmek istiyordum.
 Dillerini öğrendim zamanla, fakat kültürleri bizden çok farklıydı. Olsun... Yalnızlıktan sıkılmış, tek başınalıktan bunalmıştım. Onlar gibi giyindim. Onlar gibi konuştum, Onlar gibi davrandım sonunda fakat hiç böyle olacağını düşünmemiştim, yine aynı histi işte, kalabalıkların sonunda ışığı kapattığımda hissettiğim...
Memleketimi özlüyor, sevdiklerime kavuşmak için gün sayıyordum. Zaman zaman dilimi konuşan insanlar çıkmadı değil karşıma. Hani memleketten birini görünce bir şiven kayar, sizin oralara özgü birkaç laf sıkıştırıverirsin araya, bu, kimsenin anlamadığı dil, başka bir mutluluk kaynağıdır, özlem ve huzur vardır içinde. Sohbetin keyfi başkadır, uzun zamandır hiç bu kadar gülmemişsindir.
 Sonra... sonra yine aynı boşluk...
Yabancı bir diyarda öz benliğinden uzaklaşıp kendine yabancılaşırken yabancılarla yakınlaştığın hasret dolu bir tek başınalık... Yine bir nedenden ötürü yalnızsındır işte, yalnızlık gerçekten de ömür boyudur belki, ömrüyle sınırlıdır insanın...

Sabah uyandığımda yine aynı bıkkınlıkla gözlerimi tavana dikmiş düşünürken "nasıl olsa döneceksin Esra dedim kendi kendime". Bir gün mutlaka geldiğin yere döneceksin. Bu, tüm insanoğlunun kaçınılmaz sonu değil mi: ölüm...
Evet, memleketime gidecektim, sevdiklerime sımsıkı sarılacaktım sonunda.
 Peki, n'aptın anlat bakalım demeyecekler miydi bana?
N'apıyordum ben?
Hemen fırladım yataktan bir turist haritası hazırladım kendime. Mutlaka gidilmesi, görülmesi, yapılması gerekenlerin bir listesini hazırladım. Daha çok 'AN' sığdırmalıydım burada geçen günlerime, daha çok ilişki kurmalıydım, daha çok dans edip daha çok fotoğraf çekmeliydim zihnime, en güzellerini... Rüzgarı serin serin yüzümde hissetmeliydim, yeni tatlar keşfetmeliydim ve yapmaktan zevk aldığım yepyeni alanlar yaratmalıydım.

 Her anımı, döneceğimi bilerek, günlerimi mutlulukla doldurmaya çalışarak, gittiğimde beni özlemle bekleyen gerçek aileme anlatmak üzere, en güzellerinden, onlarca anı biriktirerek, yanımda olan insanlarla geçirdiğim her anın kıymetini bilerek yaşıyorum artık. Eğitim için geldiğim dünyada harika günler geçirmeye başladım. Dönmeden yapmam gereken çok şey olduğunu düşünüp sabah erkenden uyanıyor, kalabalığa karışıyorum, eskiden olsa bizim gibi olmadıkları için -farklılıklarına- öfke duyardım. Şimdiyse oldukları gibi kabul ediyorum onları.
Hem, kim bilir belki döndüğümde özlerim bile buraları...


sevgiler

5 Mayıs 2015 Salı

Kalabalığın ortasında babasından azar işiten çocuklar vardır hani, çekiştirilerek yürütülen... Kalabalıkta kaybolacağından korktuğu için elini de bırakamaz bir türlü o ruhunu delik deşik eden celladın. En kızgın olduğu anda bile bir tek ona güvenebileceğini hisseder, onu terk etmesinden korktuğu için daha bir sıkı sarılır hatta ellerine...
Böyle bir manzara işte, ektiğini biçecek olan insanların biçmek istemediklerini ekmeleri...
içimi acıtıyor...
Ermeni Meselesi
Ermeni tehcirini 'soykırım' olarak gösteren hatta ülkelerine anıt diken devletlere bakınca yaptıkları iki yüzlülük size de komik gelmiyor mu?
Benim şahsi görüşüm Ermeni tehciri bir soykırım değildir. Neden?
Çünkü Osmanlı'daki tüm Ermeniler değil sadece doğudaki Ermeniler tehcire mecbur bırakılmıştır. Bunun nedeni 1. Dünya Savaşı sırasında Ruslarla savaşmaktayken cephe gerisindeki tehlikeleri bertaraf etmektir.
Ermeniler Neden tehlike olarak görüldü?
Çünkü Ruslar (yani itilaf bloğu) tarafından silahlandırılıp kışkırtılan Ermenilerin doğudaki vilayet-i Sitte'de devlet kurma planları vardı. Bunu, Bolşevik ihtilali sonrası Rusların, Osmanlı topraklarının paylaşım planını dünya kamuoyuna duyurması sonucunda öğrenmiştik.
Peki neler oldu?
Bir tarihçi değilim ancak o dönemi hem okuduğum hem de çeşitli sempozyumlarda dinlediğim için sanırım iki kelam da benim etme hakkım vardır.
1.si Ermeni çeteleri Osmanlı halkını ciddi kıyıma uğratmıştır. Bakmayın medyanın hep Ermeniler tarafından konuştuğuna, Türklere ait onlarca toplu mezar var bu ülkede. Van'da yaşanan olayları anlatan yaşlılarımız yakın zamana kadar hâlâ hayattaydı.
2.si bu olaylar sonucunda Türkler de Ermenilere karşı düşmanlaşmış ve kardeş kardeşe kırdırtılmıştır. Tokat'ta ağaçlara asılanlar, evleri basılanlar... Bu kargaşa neticesinde çok Ermeni öldürüldü evet, ama cok daha fazla Türk de öldürüldü. Ve bu ölümler devlet eliyle değil toplumsal kargaşa sonucunda gerçekleşti.
Şimdi bir düşünelim. Savaş var ülkede bir de ihanet...
Tehcir kararı bu nedenle zor, bir o kadar da radikal bir karardı. Tehcir sırasında pek çok insanın soğuktan, açlıktan ve hastalıktan öldüğü de söylenir. Muhtemelen doğrudur da. Fakat Osmanlı askeri lüks otomobillerle giderken sadece Ermeniler mi kağnılarla taşınmıştır? Osmanlı halkı keyif çatarken tehcire maruz kalanlar mı sadece açlık çekmiştir? Üstelik
Ermenilerin başka bir ülkeye değil yine Osmanlı toprakları içinde yer değiştirmeleri söz konusudur. Bu dönemde yaşanan olayların tamamı faşizmin ürünü olmakla birlikte Ermeni ya da Türk fark etmez cinayetlerin tamamı sorgulanmalı ve kınanmalıdır.
Evet, o insanlar komşumuzdu, ekmeğimizi paylaştık belki, fakat tüm Ermenilerin değil sadece çetecilerin sebep olduğu kıyım ve ihanet yüzünden doğudaki Ermenilerin tehcire maruz kaldığını ve bu nedenle yaşanan acı olayların soykırım olarak nitelendirilemeyeceğini unutmayalım lütfen.
Şimdi 'tehcir çocuklarının' fotoğraflarını paylaşıp Osmanlı'ya "tü kaka" demek yerine o çocukların yollara düşmesine sebep olan Ermeni faşistlerini ve o insanları faşizmle besleyip büyütmüş, bugün Ermeniler için gözyaşı döken emperyalist zihniyeti yuhalamak gerekiyor bence... Yoksa Yahudi katliamının arkasına sığınıp bugün Filistin'de çocukları katleden faşizan zihniyetten ne farkımız kalır?
Anlamıyorum bu ülkede kendine solcu diyenleri. Neye hizmet ettiklerini fark edemeyek kadar lüzumsuz laf kalabalığı içindeler. Bu ülkede solcu olmak başka ülkelerin faşizan emellerine alet olmak mıdır?
Ölen Ermeniler için üzülelim, bir daha yaşanmaması için OYUNU görelim ama neden 'Hocalı' için, neden o dönem ölen Osmanlı vatandaşları için üzülmüyoruz. Bilmediğimizden mi?
Bilmek istemediğimizden mi? Sosyal çevremizde bizi faşist sanmalarından korktuğumuz için mi?
Ermenilerden yana durmak ya da onlar için üzülüyormuş gibi görünmek daha HAVALI olduğu için mi?
Elimize "Kapamacıyan" fotoğrafları aldığımızda İNSAN olmaya çalışıyor olabiliriz ama üzgünüm şu cühela tavrımızla, insanları ırklara ayıran sözde hümanist gözyaşlarımızla o çook karşı olduğumuzu sandığımız zihniyetin piyonları olmaya devam edicez. İnsan nerde durduğunu ve neden durduğunu iyi bilmeli. En tehlikelisi de nerde durduğunu bilmeyen insanların harekete geçmesi sanırım...
ölen, öldürülen, ölüme mahkum edilen tüm Canlar, CANIMIZIN bir parçasıdır.
Işıklar içinde büyüsünler...

20 Nisan 2015 Pazartesi

En çok sevdigimiz kişi
Bize kendimizi en çok sevdiren kişidir

7 Nisan 2015 Salı

NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR
Üniversitede "Nükleere Evet" sunumu yaptığımızı bile hatırlıyorum. Okulda resmen sadece nükleer santralin yararları(!) anlatıldı. 'Kurulursa enerji ihtiyacımızın büyük bir bölümü karşılanacaktı, gelişmişlikle enerji tüketimi doğru orantılıydı, hem zaten çevremizdeki ülkelerin nükleer tehdidi altındaydık, neden biz de kurulmasındı. Karşı çıkanlar, yabancı devletlerin piyonlarıydı, onlar, ülkemizin gelişmemesi için her şeye karşı çıkanlardı. Nükleeri istememek resmen vatan hainliğiydi.'
Bu ve buna benzer söylemler yıllarca otorite kabul ettiğimiz akademisyenler tarafından o kadar çok söylendi ki resmen doğruluğuna inandırıldık. Sonra mezun olduk.
Bir süre ben de kasetten konuştum. Hocalarımın Sarsılmaz otoriteleriyle akademik kariyerlerinin etkisindeydim ve onların bilgisinin doğru olduğuna inandırmıştım kendimi.
Ta ki onların birbirlerinin ayağını kaydırma çabalarına, tabularına, siyasi parti, ırk ve mezhep ayrımı yapmalarına şahit olana ve sırf ülkücü diye derslerle alakası bile olmayan hatta Devlet Bahçeli'nin "silahları bırakıp laptop alın" çağrısına anlam veremeyip "laptopu adamın kafasına vursam paramparça olur la" diyen çocuğu master öğrencisi olarak kabul ettiklerini öğrenene kadar... (Beni ve 2 arkadaşımı yüksek lisansa kabul etmemelerinin sebebini 3 yıl sonra öğrendim. Meğerse, dönemin bölüm başkanı ile aralarındaki husumeti bildiğimiz halde bizim, tezimizi eski bölüm başkanından seçmemizmiş mesele. Şimdi, hayatımın 5 yılını çöpe attığım okulda, 2 senede yüksek lisansa harcamadığım için mutluyum sonuçta ama ben daha 2. Sınıftayken birbirleriyle "Esra benim asistanım olacak" diye şakalaşan insanların mülakat sırasında bana verdikleri puanları gördüğümde hüngür hüngür ağladığımı da itiraf etmeliyim)
Neyse konumuz, Nükleer santrallerle ilgili bize aşılanan "nükleere evet" gerekçeleri...
Yalnız burada, bilgisinden tek bir saniye bile şüphe duymayan hocalarımla ilgili birkaç detaya daha değinmek istiyorum.
Hâlâ çok sevdiğim, çok da saygı duyduğum bir Hocamın (ki kendisi meteoroloji konusunda Türkiye'nin önde gelen isimlerindendir ve Rio'da Türkiye'yi temsil eden önemli bir şahsiyettir)
"Ay ve Güneş tutulmalarıyla depremler arasında bir bağlantı olamaz mı hocam?"
Şeklindeki soruma
"Ne alakası var kızım, biri yeryüzünde, öbürü gökyüzünde" yanıtını vermesi, şahsen bazı akademisyenlerin, Ortaçağı aratmayan dogmatik bakış açılarını görmemi sağladı.
Nasıl ki kalpte ortaya çıkan bir rahatsızlık, mideyi etkiliyor, midemizdeki bir sıkıntı baş ağrımızı tetikliyorsa evrendeki her şey de vücudumuzda olduğu gibi Bir BÜTÜNE hizmet ediyordu.
"Ay ve Güneş, Yeryüzü ve Gökyüzü bir bütünün parçalarıdır ve bu bütünlüğün hala açıklayamadığımız ahengi içinde birlikte dans ederler sevgili hocam ve çok basittir aslında, Ayın evrelerine göre nasıl gel-git yaşanıyorsa yani gökyüzündeki o alakasız(!) uydu, yeryüzünde koca koca okyanusları harekete geçiriyorsa aynı çekim etkisiyle depremler de pekala tetiklenebilir" demek isterdim hocamın cevabı karşısında fakat tüm sınıfın bu saçma(!) soruma gülmesinin etkisiyle belkide sustum. Kafasını bana çevirip gülenlere ben de gülümsedim.
Sonra Üşenmedim araştırdım dünyanın bu alakasız(!) iki yüzü arasındaki ilişkiyi. Gerçekten de Güneş ve Ay tutulmaları ile büyük depremlerin meydana geliş tarihleri birbirleriyle paralellik gösteriyordu. Fakat depremlerin neden bazen Yeni Zelanda'daki, bazen Endonezya'daki bazense Marmara'daki fay hatlarını tetiklediğini anlayamadım. Manyetik alanla filan ilgilidir herhalde. Tutulmanın net olarak görüldüğü yerle ilgili matematiksel bir hesaplama yapılabilir belki bilemiyorum bu benim meselem değildi. Ben hep hissettiğim, EVRENSEL BÜTÜNLÜĞÜN birbirleriyle olan güçlü bağını, onların etkileşimindeki ahengi görmüş ve bunu kendime bilimsel olarak da kanıtlamıştım. Bunun rahatlığı ve iç huzuruyla da inancım bir kez daha tazelenmişti. Benim için yeterliydi bu.
Üstelik bu sadece, gökyüzündeki bir olayın yeryüzüne etkisiydi,
tesadüfen yeryüzündeki olayların da gökyüzüne etkisini fark ettim. Mesela büyük volkanik patlamalardan sonra 11 yıl kadar o bölgenin yada ülkenin ortalama sıcaklıklarında ciddi bir düşüş oluyordu. (Tabi bunları araştırıp bulan ben değildim, ben verileri incelemiştim sadece)
Hal böyleyken zaman içinde bilgisine kesinkes güvenip "olmaz öyle şey" diye kestirip atan bilim (!) adamlarına pek de güvenmemeye karar verdim. Çünkü bilim kendi bilginden bile şüphe etmeyi gerektirir. Kaldı ki onlar fanatikçe bildiklerini savunuyor, eleştiri kabul etmiyor yada en ufak soru işaretini komik bulup alay ediyorlardı.
Bana Öğretmenliğimin manevi hazzını yaşatan ve çok kısa bir süre öğretmenleri olmama rağmen hâlâ hayatlarında çok özel bir yerim olduğunu bildiğim ilk öğrencilerime belkide bu yüzden en çok "Neden olmasın" demeyi öğrettim...
-Örtmenim, piramitleri uzaylılar mı yaptı?
- örtmenim, insan uçabilir mi?
-örtmenim, ölümsüzlük iksiri var mıdır?
Tüm bu soruların cevabı sınıfça söyledikleri "neden olmasın" cümlesinde gizliydi. Şuan için bilemiyorduk ama neden olmasındı.
Şimdi düşünüyorum da "neden olmasın" sorusunu bile soramayan insanların etkisi altında geçen 5 yıl ve onların yarattığı bu sakat algının yetiştirdiği onlarca öğretmen... Bu yazıyı yazmamın sebebi aslında tam da bu. Görüyorum ki hâlâ o "nükleere evet" aşılarının zihinlerinde yarattığı algı bozukluğundan kurtulamamış arkadaşlarım var. Onlar hâlâ aynı algıyla, aynı kaseti tekrarlıyorlar. Tıpkı bir zamanlar benim de yaptığım gibi...
Aynı kaset diyorum çünkü enerjinin tek bir merkezden dağılması gerektiği fikri artık demode olmuş durumda... Enerjinin ortak merkezden şehirlere, bölgelere dağılmasına gerek kalmadığı aşikar. Yaşayan mimariler, ekolojik yapılar şehirlerin enerji ihtiyacını parça parça karşılayabilecek şekilde tasarlanır hale geldi.
Şöyle düşünelim, bir şehrin tüm sokak lambalarının ve trafik ışıklarının harcadığı elektrik, evet, çok fazla. Bir de buna evlerin, fabrikaların ihtiyaçlarını eklersek muazzam kapasiteyle çalışan bir enerji santraline ihtiyaç duyduğumuzu düşünmemiz çok normal. Bu durumda aklımıza ya termik, ya hidroelektrik ya da nükleer santraller gelir.
Ya tüm binaların dış yüzeyine ve çatısına güneş panelleri yerleştirirsek?
O zaman her bina kendi ihtiyacı olan elektriği kendi üretecektir. Bunun romantik bir hayal olduğunun düşünülmesini istemem çünkü Paris'te ve Avrupa'nın zar zor güneş gören pek çok şehrinde bu yapılar yaygınlaşıyor. Kendi ülkemiz açısından, rakam vererek konuşmak gerekirse; Ankara'da 24 dairelik bir apartmanın çatısında 260m2lik bir alana güneş panelleri konulursa o apartmanın elektrik ihtiyacı karşılanıyor. Antalya'daysa binaların çatılarında ayrılacak 150 m2lik bir alan yeterli. Sokak lambaları ve trafik ışıklarının üzerine yerleştirilen paneller ise her birinin merkezi şebekeden bağımsız olarak çalışmasını sağlayacaktır. Peki, merkezi bir şebekeden gelecek elektriğe hiç mi ihtiyaç duymayacağız?
Elbette enerji açığı mutlaka ortaya çıkacaktır. Bunun içinde tarımda kullanılamayan, mesela Tuz Gölü çevresindeki uçsuz bucaksız topraklara güneş enerji santrali kurulması alternatifini düşünebiliriz.
Almanya'nın (güneşli gün sayısı bizden çok daha düşük olmasına rağmen) 12 nükleer santralden elde edebileceği enerjiyi, oldukça geniş bir sahaya kurduğu güneş enerji santralinden elde ettiğini sanırım biliyorsunuzdur. Yani tarımda atıl kalan sahalara güneş santrali kurarak, ekolojik binalar inşa ederek ya da var olan yapıların çatılarına solar paneller yerleştirerek büyük oranda enerji açığımızı kapatabiliriz.
Nükleer santraller için "Dikkat edilirse bişey olmaz" diyenler, bir şey olmayacağını garanti edebilirler mi? Ya korkulan olursa? Düşünmek bile istemiyorum ama ölen küçücük bedenleri, sakat kalan ve sakat doğan onca insanı gördüklerinde, bunun vicdan azabından kurtulamayacaklarına eminim. Ya da belki yine paralel yapıyı suçlamayı seçerler. Vicdanlarını bir şekilde AKlarlar. Lütfen bu kumara Destek olmayın!
Ülkeler, birbirleriyle sidik yarışındaki ergenler gibi sonunu görmeden tüm doğayı ve insanlığı uçurumun kenarına sürüklerken, insanlık bu felaketin sonuçlarını defalarca görmüşken bu katliama DUR diyenlere vatan haini demeye devam mı edeceksiniz?
Bence elinizi vicdanınıza koyup bir kez daha düşünün. Değil Türkiye'de nükleer santral kurulmasını desteklemek, diğer ülkelerin nükleer enerjiyle kumar oynamalarını engellemek için ne gerekiyorsa hep birlikte yapmalıyız.
Sonuçta bu dünya hepimizin ve gidecek başka hiçbir yerimiz yok...

27 Mart 2015 Cuma

ES TEORİSİ

Evren genişliyor
Çünkü insan sayısı arttıkça olasılıklar artıyor ve her bir olasılık yeni bir paralel evren yaratıyor.

 "ya o sınavı kazansaydım"
"ya başka üniversitede farklı bir bölümde okusaydım"
"keşke onunla hiç birlikte olmasaydım"
"keşke ondan daha önce ayrılsaydım"
"keşke kariyerime odaklansaydım" 
"keşke bebeği dünyaya getirseydim"
"ya onunla evlenmeseydim"
"sigaraya hiç başlamasaydım"
"o tatile gitseydim"
"o fırsatı kaçırmasaydım"

Tüm seçimler, tüm pişmanlıklar, tüm olasılıklar yeni bir paralel evrenin oluşmasını sağlıyor  aslında. Gerçek benliğimiz, yani varlığımızın özü tüm paralel evrenleri görüyor ve zaman zaman bize olabileceklerle ilgili bir takım mesajlar veriyor. Rüyalar vasıtasıyla öz benliğimizle ve tanrısal boyutla iletişim kurar bir takım mesajlar alabiliriz. Bunların dışında dejavu gibi ya da adını koyamadığımız bazı hislerle de öz benliğimiz bizi uyarabilir. çünkü gerçek benliğimiz tüm olasılıkları, olmuş ve olacakları görmektedir. paralel evrenlerdeki similasyonlardan biri bunun oyun olduğunun farkına varır aydınlanmaya başlarsa, seçimler ve olasılıklara takılıp gücünü yitirmek yerine tek bir zamanı, Şimdi'yi sevinç ve kabulle yaşamayı başarırsa tüm güçleri elinde toplar ve aslında oyunu kazanmış olur. Çünkü bu oyunu kazanmanın tek şartı BİR olabilmektir. Ne kadar çok paralel evrenimiz varsa o kadar enerjimiz bölünüyor demektir. Öz benliğimiz bu kadar çok olasılığın olduğu bir oyunda bizimle daha az iletişim kurabileceği için kendimizi bu dünyaya hapsolmuş yalnızlaşmış hisseder, karanlığa çekiliriz. 
Kuantum fiziğinde atomaltı parçacıkların evrenin her yerinde AYNI ANDA varolması,, Fotonların birbirleriyle iletişim halinde olmaları, Schrödinger'in kedisi deneyi. Tüm bunlara bakarak ve Varoluş üzerine düşünerek ulaştığım teori yine Kadim bilgeliğin BİRLİK felsefesiyle birleşiyor. 

AN'a kabul vermek, olanı sevgiyle kucaklamak ve hayatı çok da ciddiye almadan sevinçle yaşamak işte bunun için çok önemli. Diğer paralel gerçekliklerden özgürleştiğimizde, bilgisayarda açılan sekmeleri kapatır gibi yaptığımız işlemlerin hızlanmasını, bilgisayarın rahatlamasını sağlıyoruz. Böylece tanrısal varlığımızın sadece bizimle iletişim kurabilmesini sağlayarak oyunu kazanmasına yardımcı oluyoruz. Zaten oyun, onun zihinsel simülasyonu ve bir var kalım sınavı. 

HER BİRİMİZ KENDİ TANRISAL VARLIĞIMIZIN SİMÜLASYONU OLDUĞUMUZ GİBİ ASLINDA TANRISAL VARLIKLARIMIZ DA DAHA ÜST BOYUTLU VARLIKLARIN SİMÜLASYONUDUR. BİR HOLOGRAM GİBİ, ASLINDA HER BİRİ TEKLİĞİN YANSIMALARI. BİRLİĞİN, TANRISAL ENERJİ BOYUTUNDAN PARÇACIK BOYUTUNA GEÇMİŞ HALİ...



18 Mart 2015 Çarşamba

ÇANAKKALE



"şehit olan dedelerimize Boşuna ölmediniz" demeyi çok isterdim, fakat içim acıyor...
üzgünüm boşuna ölmüşsün dedecim...
Daha 15 yaşındaydı bazılarınız, kimi çocuğunun doğduğunu bile göremedi, kimi sevdiği kızla hiç evlenemedi, kimi annesinin öldüğünü öğrenemedi, cenaze namazlarınız bile gıyabınızda kılındı... Şimdi kazandığınız topraklar birbir satıldı dedecim.
Sayenizde Çanakkale geçilemedi. ingilizler boğazları aşıp Rusya'ya silah yardımı yapamadığı için Rusyadaki içkarışıklık Bolşevik ihtilaliyle sonuçlandı. Bolşevikler, Çarlık Rusyanın yaptığı tüm gizli anlaşmaları dünya kamuoyuna duyurdu. Osmanlı topraklarının çoktan paylaşıldığı anlaşıldı. Türk halkı sayenizde uyandı dedecim. Çanakkale'de size ölmeyi emreden komutan, Kurtuluşa inanan idealist bir önder olarak yeni Türkiye'nin kurtuluş mücadelesini örgütledi, Kuvayi milliyeleri, Anadolu müdafai hukuk cemiyetlerini tek bir çatı altında birleştirdi. misak-ı milliyi hazırlayarak yeni Türkiye'nin sınırlarını çizdi, Ankara'da ingiliz işgalinden uzak, yeni bir millet meclisi açılmasını sağladı. Kütahya-Eskişehir  savaşının kaybedilmesiyle "sen soktun bizi bu işe, öyleyse ordunun başına geç" diye mecliste artan muhalefet ile başkomutan oldu. Sakarya ve Büyük Taaruz'la itilaf devletleri'nin piyonu olan yunanları Anadolu topraklarından çıkarttık. Mudanya Ateşkes antlaşmasını imzalarken karşımızda muhattabımız olan Yunanlılar bile yoktu dede. Mudanya ateşkes'ini ve lozan barış antlaşmasını itilaf devletleriyle imzaladık Ama itilaf devletlerinin sevr anltlaşması hayalleri hala devam etmekteydi. Mustafa Kemal, sadece savaş kazanan bir asker değil, aynı zamanda yeni Türkiye Cumhuriyetinin mimarıydı. 10 yılda yokluktan ve açlıktan bir ülke var etti. Fabrikalar açıldı, harf inkilabıyla okur yazarlık oranı 5yılda iki katına çıkarıldı, yurtdışına gönderilen öğrenciler dönüp tıp alanında, mühendislik alanında ülkesine hizmet etmek için kolları sıvadı. memleketin her yanına, sanat ve kültür gitsin diye halkevleri açıldı.
 Fakat bu toprakların değeri petrole bağımlılık arttıkça daha da iyi anlaşılıyordu. sadece petrol değil, sonrasında ortaya çıkan bor, ortadoğu'nun doğalgaz ve petrol zengini ülkelerine olan yakınlığı, tüm dinlerin göbek bağı ile bağlı olduğu kutsal toprakları, jeostratejik öneme sahip boğazları, zengin tarım toprakları, altın madenleri ve daha niceleriyle Anadolu kontrol altında tutulmak isteniyordu ve oyunun hilesi basitti. Irk ve mezhep ayrımı ile daha kolay bölüp, parçalayıp, yok etmek... Bunun için en ideal yol, Din'le uyuşturulmuş, okumayan, öğrenmeyen, sorgulamayan, korkak insanları robotlaştırarak asker haline getirmek ve kendilerine hizmet edecek Dinle milyonları peşinden sürükleyecek liderler peydah etmekti dedecim...

Amerikalılar gelecek diye genelevler boyatıldı. Hangi vatansever bundan rahatsız olmazdı ki. 6.filo'nun istanbul'da karaya çıkmasına engel olan vatanseverlere saldıranlar milliyetçi olduğunu zanneden ülkücülerdi dedecim. çünkü karşılarındakinin komünist olduğu öğretilmişti onlara. dağlarda savaş eğitimi, yakın dövüş eğitimi alıp salıverilmişlerdi sokaklara. "Kıbrıs Türktür Türk Kalacak" diye slogan atan öğrencilerin üzerine saldırıp, onların "komünist" olduğuna inanacak kadar körleştirilmişlerdi. Sonra gizli eller silahlı eylemlerle ortalığı iyice karıştırdı. Bir solcu kahvehanelerini tarandı, bir sağcı kahvehaneleri... Biraz provakasyonla Türkiye yangın yerine döndü. Sonra mı? sonra gelsin darbe.

Kürtçe konuştuğu için içeri atılan, işkence görenler mi ararsın, başı kapalı olduğu için ötekileştirilenler mi? Darbeyle birlikte şimdi sorun çıkartan kesimlerin eline haklı sebepler verildi dedecim. Onların kuyruğuna bu kadar basıldı ki, yarın milyonları etkileyip mücadelelerini temellendirebilsinlerdi.

Sağ-Solla başlayan kavga, Türk-Kürtle devam etti. sonrası mı? Belki sadece bir tahmin ama bence bundan sonra mezhep çatışması ortaya çıkarılacak dedecim. Alevi-Sünni... Nerden mi biliyorum? çünkü alevilere de çok fazla haklı sebepler verildi diş bilemeleri, düşmanlaşmaları için. Devlete vergi verip cemevi açamamaları çok büyük bir haksızlık değilmiş gibi, Maraş'ta, Çorum'da katledildiler, Madımak'ta yakıldılar. Şimdi susuyorlar. Düğmeye basıldığı an, provokasyonlar başladığında hayal bile etmek istemiyorum bu ülkeyi. Hep aynı oyun... Derviş mehmet ve çember sakallılar, Menemen'de onlarca insanı dinin korkutucu gücüyle arkalarına toplamadılar mı? şeyh sait isyanları ve daha nice şeyhin, şıhın arkasına gizlenmiş kargaşa...

Öldüğünüz topraklar birbir satıldı dedecim, ses çıkaranı komünist diye içeri attılar, haksızlığı göreni susturdular, medyayı ellerine geçirip halkı uyuttular, Tür­ki­ye­’nin tüm borç­la­rı sı­fır­lan­mış gi­bi bir ha­va ya­rat­ıp insanları kandırdılar. Dış borç­lar azalmak ne kelime, bu, bozguncu torunlarının iktidar döneminde dış borç yüz­de 200’e ya­kın arttı dedecim. IMF ‘ye öde­nen son borç tak­si­ti olan 421 mil­yon do­lar, Tür­ki­ye­’nin şu an­da mev­cut olan dış bor­cu­nun 800’de bi­riy­di sadece.  ama Kimse bilmiyor... çünkü kimse duyulması istenenler dışında hiçbir şey duyamıyor dedecim

Türk Telekom Araplar'a
Telsim İngilizler'e
Kuşadası Limanı İsrailliler'e
İzmir Limanı Hong Kong'lulara
Başak Sigorta Fransızlar'a
Adabank Kuveytliler'e
Avea Lübnanlılar'a
PetKim Azeriler'e
Tekel'in içkisi Amerikalılar'a
Tekel'in sigarası ABD ve İngilizler'e
Finansbank Yunanlılar'a
Erdemir Hollandalılar'a
Oyakbank Hollandalılar'a
Denizbank Belçikalılar'a
Türkiye Finans Kuveytliler'e
TEB Fransızlar'a
Cbank İsrailliler'e
MNG Bank Yunanlılar'a
Dışbank Hollandalılar'a
Yapı Kredi'nin yarısı İtalyanlar'a
Enerjisan'ın yarısı Avusturyalılar'a
Garanti'nin yarısı Amerikalılar'a
İzocam Fransızlar'a
Demir Döküm Almanlar'a
SATILDI dede,...

Devlete ait neredeyse her şeyi satarken bayram havası estirdiler. Azıcık okuyan, azıcık bilen, azıcık karşı duranları Ergenekondan içeri attılar, hukuku ele geçirdiler ve yine dinle kandırdılar dedecim, 'türban' dediler, 'Allah' dediler, bizim bacımız dediler ama İNSAN diyemediler. Biliyor musun 15 yaşında 16 kilo ölen küçücük bedenin arkasından acılı annesini yuhalattılar. Kendi gibi düşünmeyeni insandan saymadılar, zaten aleviydi dediler, zaten içki içiyordu dediler, zaten bakire değildi dediler, zaten mini etek giyiyordu dediler ve kendilerini hep AKladılar dedecim, hırsızlık yaptılar, yolsuzluk yaptılar, evlerinde trilyonlarca rüşvet paralarını sakladılar
"cami yaptıracaktık" deyince yine aklandılar. Yaptıkları her hileyi, her yolsuzluğu iyi bir amaca hizmet ediyormuş gibi gösterip ülkeyi mahvettiler.
boşuna öldün dedecim, boşuna bırakıp gittin beşiğinde mis kokulu yavrunu, boşuna aç kaldın ve boşuna aç bıraktın köyde geri kalanları.
üzgünüm... Rahat uyuyamadığını biliyorum. inan, ben de rahat uyuyamıyorum...

11 Şubat 2015 Çarşamba

ÖZELEŞTİRİ

Evren'de her şey sanki birbirinin prototipi... Nebulalar DNA'lara, Dünya-Ay ve Güneş'in yörünge hareketleri atomlara benziyor. Einstein'in bir sözü vardı: "bir kum tanesinin sırrını çözdüğümüzde, tüm evrenin sırrını çözmüş olacağız" bence tam da bunu kastediyordu. Sanki her şey birbirinin içinde gizli. Tıpkı bir hologram gibi... TEKliğin, BİRliğin küçük yansımalarıyız sanki.  sadece varlığın içindeki yerimizi ve görevimizi tam olarak bilmediğimizden karmakarışık bir hal alıyor algılamak... Hallacı Mansur 'En El Hak' derken, Tanrı'nın yansıması olduğunu, bu yüzden Tanrı'nın aslında tüm özelliklerini taşıdığımızı iddia ediyordu belki de.

Uyurken bile zihnim hep konuşur benim, bir film izlerken, yolculuk yaparken, yürürken, yüzerken, toprağa dokunurken, insanları seyrederken hep cevaplar arar. içime bu soruyu kim koydu bilmiyorum? ya da ne oldu da zaten herkesin içinde gizli olan bu arayış güdüsü harekete geçti? geçmişi değiştirmek istediğimden mi bu kadar sırrı çözmeye odaklanıyorum onu da bilmiyorum. Ama GERÇEĞİ, tüm saflığıyla GERÇEĞİ merak ediyorum... acaba öldükten sonra aradığım cevapları bulabilecek miyim? bil-mi-yo-rum...

Bazen birine anlatsam deli saçması görünebilecek bir sürü varoluş teorisinin içinde buluyorum kendimi. Lise yıllarımda da böyleydim aslında.  Tüm insanları bir hayvana benzetirdim. sanki bir şey olmuş, hayvanlar evrimleşip insana dönüşmüşler gibi. Neredeyse 30 yaşıma geliyorum hala birilerinin yüzüne bakıp Kedi'ye benziyor, Papağan'a benziyor, At'a benziyor diye düşünürken yakalıyorum kendimi. zaman içinde reenkarnasyon'a inanmaya başladığımda bir "hah anı" yaşadım. "aaa evet, belki de son hayatında hangi hayvansa onun izlerini taşıyordur bedeniiiii" :) belki öyledir, belki değildir ne fark eder, niye böyle saçma şeylerle zihnimi meşgul ediyorum bilmiyorum. Belki düşüncelerim evren'de dolaşıp duracak ve bir gün kanıtlanacaktır. mümkün mü? onu'da bilmiyorum. Ben sadece düşünmek için yaratılmışım. Keşke böyle bir meslek olsa. Sadece düşünsem, belki de bu yüzden bir geri dönüşüm evim olsun istiyorum. faturalar yok, sebze, meyve bahçeden... bana sadece düşünmek ve tembellik etmek kalacak diye. Bu benim için zamansız ve mekansız gerçek bir mesai olurdu herhalde. samanyolu galaksisinin bir kadın rahmine benzediğini, meteor yağmurlarının da tıpkı sperm hareketleri gibi samanyolu galaksisinin içine çekildiğini fark ettiğimi, sonsuz büyükten sonsuz küçüğe, aslında her şeyin aynı şey olduğunu anlatmaya çalışsam, ne biliyim aslında dinlerde şeytan olarak bahsedilen şeyin, tanrısal iyilik olduğunu, tanrısal diye bahsedilenin kötülüğe hizmet ettiğini, gezegenimizin mutasyona uğramış bir kanser hücresine dönüştüğünü, şu an içinde yaşadığımız gezegenin aslında bir üst model insan ya da hayvan bedeninin içindeki atomaltı parçacıklardan biri olduğunu rahatça düşünüp, haftalık bir raporla üstlerime bildirsem. onlar da bu bilgileri saçma ya da üzerinde çalışılabilir diye ayırıp cevaplara odaklansalar. sonuçta bir filozofun görevi soru sormaktır? Bu benim kodlarıma işlenmiş.

Gardner'a göre içe dönük, doğacı, sözel ve görsel zekam baskın. sosyal, ritmik, mantıksal zeka alanlarım dipte denebilecek kadar gelişmemiş. Bu yüzden insanlarla iyi ilişkiler kurmayı pek başaramıyorum, analitik düşünemiyorum, problem çözme yeteneğim zayıf, müzik zekam yerlerde olduğu için sesim fena sayılmasa da şarkı söyleyemiyorum. ama ne var? doğacı zekam sayesinde her türlü şifalı ot'un neye iyi geleceğini biliyorum, enerji, akapunktur, su jok, reflexoloji b.k pürsük ne varsa hepsi ilgi alanım. hepsinin hakkında yabana atılmayacak bilgi sahibiyim, üstelik taaa Hindistan'dan aldığım sertifikam bile var. Ama sosyal zeka dipte olunca bunların hiçbirini kullanıp para kazanmaya yeltenmiyorsun.
üstelik içe dönük tarafım o kadar baskın ki kendimin denizde bir su damlası olduğunun farkındayım bu yüzden haddimi bilmem gerektiğini, bu işleri daha iyi bilenlere bırakmak gerektiğini düşünüp oturuyorum. Sonra bir bakıyorum ki, çocuğunu televizyonun karşısına oturtup, Disney'in çizgi filmleriyle büyüten hatun, annelik blogu açmış, çocuğu doğru düzgün konuşamadığı halde, Ankara Anneleri toplantıları düzenleyip, kişi başı 250 tl.yi cebe indiriyor. neymiş efendim? ılık suyla banyo yapınca doğum kolaylaşırmış, dereotu sütü arttırırmış. Bunu bilmeyen var mı? varmış... ve ben bu kadar çok olduklarını bilmiyordum. Yani bunu herkes biliyordur deyip anlatmaya değer bulmadığım şeyleri anlatan insanların acayip para kazandıklarını görünce kıskanıyorum tabi.  Oğlunun konuşma problemini bile dahilik olarak gösterip bloguyla yüzlerce insana hitap eden kadın, kıskanılacak bir özgüvene, girişkenliğe sahip. o'nun hayata odaklanışına hayran olmamak elde değil, tabi, bu kendini bilmezlikle kazandığı hatrı sayılır meblayı da...onun banka hesabında jeep almak için biriktirdiği parayı ben geri dönüşüm evi inşa etmek için kullanabilirdim mesela... sosyal zekam orta düzey bile olsa yeterdi ama yok...
 arkadaşım yıllardır bana "ortalığı boş bıraktığınız için böyleleri dünyanın parasını kazanıyor" deyip beni harekete geçirmeye çalışıyor, Bu blogu da onun sayesinde açtım. Fakat ben de farkındayım burada anlattığım şeyler, çoğu insana deli saçması görünüyor. beni tanıyan 2-3 kişi dışında kimse yazılarımı okumuyor ve kimsenin de yolu yanlışlıkla filan buraya düşmüyor. Zaten hitap ettiğim kesim de aslında 3-5 kişisel gelişim kitabı okumuş, din'le, evren'le, psikolojiyle birazcık ilgilenmiş insanlar değil. Yazdıklarımı tüm derinlikleriyle anlayabilecek kesim, bu konuda kitap yazmış, otorite kabul edilen kişilerdir. amma abarttım :) dimi? çok ciddiyim aslında. yazılarım ve düşüncelerim başka yerlerde yazsaydı yazmaya değer bulmazdım, herkes okumuştur, herkes zaten biliyordur gibi hissederdim. Asıl amaç, yazarların düşüncelerinde ve bakış açılarında bulduğum eksiklikleri gidermek. onları bir anlamda eleştirmek. ve bilgimi değil, bu blog aracılığıyla fikrimi paylaşmak... yoksa ben de biliyorum, daha insanlar "annenin stresi bebeğe geçiyormuş biliyor musun?" diye şaşırırken, stresin vücuda verdiği hasarı, asdoza uğrayan bedenin anne sütüyle nasıl bebeğe geçtiğini anlatmayı. Ama bunun ötesi var. Anne sütü falan sadece fiziksel boyutu işin. Bunun henüz kanıtlanamayan enerji boyutu var. Annenin aura renginin, frekans değerinin değişmesiyle, enerji alanınındaki değişimin sadece bebeği değil, dış uyaranlara açık olan her canlıyı etkilemesi var. yani bebek sütü içmese de bu stresi algılıyor zaten. Çünkü aynı oda içinde, aynı ev içinde aynı şehir içinde, aynı ülke ve aynı dünya içinde insanlar birbirleriyle enerji alışverişi halindedir ve DENGELENİRLER. (bileşik kaplardaki gibi...) Anastasya iyilik Hareketi'ndeki 'gülümseyin, gülümsetin' sloganı da bunun içindi. Asıl hedef dünyanın enerji alanını değiştirmekti. ancak bu şekilde kozmik bilinç seviyemizi arttırabilir ve insanlığı acı çekmekten, yoksulluk ve açlıktan, sevgisizlik ve yalnızlıktan kurtarabilirdik. ama bunlar nasıl anlatılır bilmiyorum. Daha "insanın vücudunda atom var mı ki, atom yalnızca cansız maddelerde olmaz mı?" diye soran insanların suyun 2 hidrojen 1 oksijen atomundan oluştuğunu ve insan bedeninin %70'inin su olduğunu hatırlatmam gerekirken, hissettiklerimi ve fark ettiklerimi nasıl anlatabilirim gerçekten bilmiyorum.

Yapılan araştırmalar gerçekten de zeka seviyeleri, eğitim seviyeleri düşük insanların daha yüksek mevkilere gelmelerinin sebebini bu özgüvene bağlıyorlar. Ben bilirim, ben yaparım, bir nevi cahil cesareti... Hüseyin Çelik gibi, Burhan Kuzu gibi adamların bizi yönetebilecek mevkilere nasıl geldiklerini daha iyi anlayabiliriz sanırım.

Lisedeyken, okula birlikte yürüdüğüm arkadaşıma bir sabah: "farkında mısın demiştim evli çiftler fiziksel olarak birbirlerine benziyorlar." sonra bir sürü ortak tanıdıklarımızdan örnekler vermiştim. "aaa hakkateeen! akraba evliliğidir heralde" demişti. "hayır demiştim, bence uzun yıllar, aynı evin içinde, sürekli aynı yemekleri yedikleri için" :) saçma di mi? bakın yıllar sonra nooldu....
 üniversite 4. sınıftayken, acayip sıkıcı bir Ersin Güngördü dersinde arka tarafta sıranın altında gazete okuyordum. şöyle bir yazı çıktı karşıma :)" ingiliz bilim adamları bilmem ne üniversitesinde yaptıkları araştırma da uzun süre evli kalan çiftlerin zaman içinde fiziksel olarak da birbirlerine benzediklerini ortaya koydu, bunun sebebinin aynı tip beslenmeleri ve metobolik olarak....bla bla blaaa.."  "anaaa yeminle ben dediydim bunu" diyip acayip sevinmiştim :) ve farklı bir ülkede doğmam gerektiğini anlayıp kaderime küfretmiştim. Evet, ben hep farklıydım, hepimiz gibi, parmak izlerimiz gibi...her birimiz eşsiz... Ama benim herkesten farklı olmak dışındaki tek farkım, farklı olduğumun farkında olmamdı, Çoğu insan farklılığının farkında bile değilken...

Şimdi ben böyle şeyler yazarken Nevres acayip kızıyor, mesela isveç şurubunun evde nasıl yapılacağından, kombucha çayından, akupunkturdan, Pi-Ki'den, çocuklarla iletişim dilinden, yüz yogasından, evde doğal temizlik ürünleri yapılışından, cilt bakımından filan bahsetmem gerekirken ben tuttum blogumu günlüğe çevirdim. o'ysa, fotoğraflar çekecekti, instegram'dan paylaşacaktık, reklam gelirleri elde edecektik, sonra ünlenip bir yayınevinden teklif alacaktım. çünkü bahsettiğimiz diğer zat-ı şahanenin serüveni tam da böyle oldu. şuan bir kitap yazmaya hazırlanıyor. üstelik sağlam bir yayınevinden de teklif aldı.

Kendime çok kızıyorum bu yüzden. Neden adım atamıyorum?  Beni tutan şey ne? kendime neden güvenemiyorum bir türlü, neden hep haddim değilmiş gibi hissediyorum... o sıkıcı derslerde, ben arka tarafta gazete okurken, pür dikkat dersi dinleyip not tutan arkadaşlarımı da kıskanırdım böyle, nasıl başarabiliyorlardı? uyumamak için yanımda gazete, karikatür dergisi ya da mutlaka bir kitapla girdiğim derslerdi onlar. Nasıl ve hangi kafayla bu kadar odaklanıp kendilerini ders çalışmaya şartlayabiliyorlardı?  Bir şekilde mezun oldum işte. Akademik bilgi bakımından fena sayılmam. Kendi çapımda bir ün bile yaptım ama onlar KPSS'yi kazanıp fındık kırarken ben para kazanmak için deli gibi Ankara'daki dersaneler yetmezmiş gibi bir de Eskişehir'e ders anlatmaya gidiyorum. Azıcık sussa şu zihnim, sorgulamasa her şeyi, ben de çalışsam, ben de atansam, Ege'de bahçeli bir evim olsa, bisikletle dolaşsam, haftada en az bir kez denize gitsek oğluşla, akşamları güneş batmadan önceki (günün o en sevdiğim saatlerinde) hamakta yatıp kitabımı okusam, organik pazarlardan mis kokulu sebzeler satın alsam hatta bir kısmını bahçemde yetiştirsem...

içimde bi şey var... Adını koyamıyorum... O, diğerleri gibi olmama izin vermiyor, oysa ben onlar gibi olmak için çabalıyorum. Sonunda ne onlar gibi olabiliyorum ne de onlardan farklı başka bir yol seçip farklılığımı ortaya koyabiliyorum.
Kayboldum... Bir el... Bir ışık... Bir mucize...

16 Ocak 2015 Cuma

Bir şiir yazacaktım, gözlerin geldi aklıma, Ağladım !
Biraz da kızgındım.
Şimdi arasam ne derim bilmiyorum, ne dersin, ne kadar susarız.
Sesin yüreğimi ne kadar acıtır ?
Ne kadar dokunur kelimelerin?
Kaç şiir yazılır ardından
Ve nasıl örtpas edilir bu özlem dilimin ucundayken..

Yüreğim çırpınıyor,
Sarılsan geçecek...

Ama nasıl gel denir sana yokluğun kalbimde can çekişirken ?
Bilmiyorum nasıl anlatılır bu özlem
 inadım gururumla savaş halindeyken?

nefesim kesiliyor,
sarılsan geçecek...

Gelsem şimdi sana
Öyle aniden,
Bağırsam biraz, sesin karışsa çığlığıma.
belki Susarız yine, birden bire.
Gökkuşağına benzeriz, fırtına ve yağmurdan sonra.
Sanki ben hiç gitmemişim,
sen de hiç beklememişsin,
hiç hüzünlenmemişiz gibi.

Umudum azalıyor.
Sarılsan geçecek.

Gidip bir uçurum kenarına,
İntikam alır gibi otursak
Ufuk çizgisini izlesek yan yana.
Sanki birimiz oraya kadar yüzmüş,
diğerimiz kollarından çekip denizden çıkartmaya çalışırken
yorulmuş gibi...

İçim acıyor.
Sarılsan geçecek.

Bilmiyorsun işte,
Herşey üzerime geliyor bu karanlık şehirde.
Kaybolmuş bir çocuk gibiyim,
ödüm kopacak yanlışlıkla biri değse ellerime.
Herkes yüzüme bakıyor,
Sanki sensiz olduğumu biliyorlarmış gibi.
Sanki herkesin haberi varmış gibi seni nasıl sevdiğimden..
Bütün şairler bizi yazmış sanki, 
Tüm şarkılar bizi anlatmış
Adımlarım karışıyor, kimin gözleri değse gözlerime
Söyleyemiyorum işte..

Özledim.
Sarılsan geçecek.

(Bu şiir youtube'de bir şarkının altına yapilan yorumlardan biriydi. Kaybolmasın diye ekliyim dedim. Yazarını bulamadım, belki ünlü bu şairindir bilmemem de ayıptır belki, bilemiyorum.)