11 Şubat 2015 Çarşamba

ÖZELEŞTİRİ

Evren'de her şey sanki birbirinin prototipi... Nebulalar DNA'lara, Dünya-Ay ve Güneş'in yörünge hareketleri atomlara benziyor. Einstein'in bir sözü vardı: "bir kum tanesinin sırrını çözdüğümüzde, tüm evrenin sırrını çözmüş olacağız" bence tam da bunu kastediyordu. Sanki her şey birbirinin içinde gizli. Tıpkı bir hologram gibi... TEKliğin, BİRliğin küçük yansımalarıyız sanki.  sadece varlığın içindeki yerimizi ve görevimizi tam olarak bilmediğimizden karmakarışık bir hal alıyor algılamak... Hallacı Mansur 'En El Hak' derken, Tanrı'nın yansıması olduğunu, bu yüzden Tanrı'nın aslında tüm özelliklerini taşıdığımızı iddia ediyordu belki de.

Uyurken bile zihnim hep konuşur benim, bir film izlerken, yolculuk yaparken, yürürken, yüzerken, toprağa dokunurken, insanları seyrederken hep cevaplar arar. içime bu soruyu kim koydu bilmiyorum? ya da ne oldu da zaten herkesin içinde gizli olan bu arayış güdüsü harekete geçti? geçmişi değiştirmek istediğimden mi bu kadar sırrı çözmeye odaklanıyorum onu da bilmiyorum. Ama GERÇEĞİ, tüm saflığıyla GERÇEĞİ merak ediyorum... acaba öldükten sonra aradığım cevapları bulabilecek miyim? bil-mi-yo-rum...

Bazen birine anlatsam deli saçması görünebilecek bir sürü varoluş teorisinin içinde buluyorum kendimi. Lise yıllarımda da böyleydim aslında.  Tüm insanları bir hayvana benzetirdim. sanki bir şey olmuş, hayvanlar evrimleşip insana dönüşmüşler gibi. Neredeyse 30 yaşıma geliyorum hala birilerinin yüzüne bakıp Kedi'ye benziyor, Papağan'a benziyor, At'a benziyor diye düşünürken yakalıyorum kendimi. zaman içinde reenkarnasyon'a inanmaya başladığımda bir "hah anı" yaşadım. "aaa evet, belki de son hayatında hangi hayvansa onun izlerini taşıyordur bedeniiiii" :) belki öyledir, belki değildir ne fark eder, niye böyle saçma şeylerle zihnimi meşgul ediyorum bilmiyorum. Belki düşüncelerim evren'de dolaşıp duracak ve bir gün kanıtlanacaktır. mümkün mü? onu'da bilmiyorum. Ben sadece düşünmek için yaratılmışım. Keşke böyle bir meslek olsa. Sadece düşünsem, belki de bu yüzden bir geri dönüşüm evim olsun istiyorum. faturalar yok, sebze, meyve bahçeden... bana sadece düşünmek ve tembellik etmek kalacak diye. Bu benim için zamansız ve mekansız gerçek bir mesai olurdu herhalde. samanyolu galaksisinin bir kadın rahmine benzediğini, meteor yağmurlarının da tıpkı sperm hareketleri gibi samanyolu galaksisinin içine çekildiğini fark ettiğimi, sonsuz büyükten sonsuz küçüğe, aslında her şeyin aynı şey olduğunu anlatmaya çalışsam, ne biliyim aslında dinlerde şeytan olarak bahsedilen şeyin, tanrısal iyilik olduğunu, tanrısal diye bahsedilenin kötülüğe hizmet ettiğini, gezegenimizin mutasyona uğramış bir kanser hücresine dönüştüğünü, şu an içinde yaşadığımız gezegenin aslında bir üst model insan ya da hayvan bedeninin içindeki atomaltı parçacıklardan biri olduğunu rahatça düşünüp, haftalık bir raporla üstlerime bildirsem. onlar da bu bilgileri saçma ya da üzerinde çalışılabilir diye ayırıp cevaplara odaklansalar. sonuçta bir filozofun görevi soru sormaktır? Bu benim kodlarıma işlenmiş.

Gardner'a göre içe dönük, doğacı, sözel ve görsel zekam baskın. sosyal, ritmik, mantıksal zeka alanlarım dipte denebilecek kadar gelişmemiş. Bu yüzden insanlarla iyi ilişkiler kurmayı pek başaramıyorum, analitik düşünemiyorum, problem çözme yeteneğim zayıf, müzik zekam yerlerde olduğu için sesim fena sayılmasa da şarkı söyleyemiyorum. ama ne var? doğacı zekam sayesinde her türlü şifalı ot'un neye iyi geleceğini biliyorum, enerji, akapunktur, su jok, reflexoloji b.k pürsük ne varsa hepsi ilgi alanım. hepsinin hakkında yabana atılmayacak bilgi sahibiyim, üstelik taaa Hindistan'dan aldığım sertifikam bile var. Ama sosyal zeka dipte olunca bunların hiçbirini kullanıp para kazanmaya yeltenmiyorsun.
üstelik içe dönük tarafım o kadar baskın ki kendimin denizde bir su damlası olduğunun farkındayım bu yüzden haddimi bilmem gerektiğini, bu işleri daha iyi bilenlere bırakmak gerektiğini düşünüp oturuyorum. Sonra bir bakıyorum ki, çocuğunu televizyonun karşısına oturtup, Disney'in çizgi filmleriyle büyüten hatun, annelik blogu açmış, çocuğu doğru düzgün konuşamadığı halde, Ankara Anneleri toplantıları düzenleyip, kişi başı 250 tl.yi cebe indiriyor. neymiş efendim? ılık suyla banyo yapınca doğum kolaylaşırmış, dereotu sütü arttırırmış. Bunu bilmeyen var mı? varmış... ve ben bu kadar çok olduklarını bilmiyordum. Yani bunu herkes biliyordur deyip anlatmaya değer bulmadığım şeyleri anlatan insanların acayip para kazandıklarını görünce kıskanıyorum tabi.  Oğlunun konuşma problemini bile dahilik olarak gösterip bloguyla yüzlerce insana hitap eden kadın, kıskanılacak bir özgüvene, girişkenliğe sahip. o'nun hayata odaklanışına hayran olmamak elde değil, tabi, bu kendini bilmezlikle kazandığı hatrı sayılır meblayı da...onun banka hesabında jeep almak için biriktirdiği parayı ben geri dönüşüm evi inşa etmek için kullanabilirdim mesela... sosyal zekam orta düzey bile olsa yeterdi ama yok...
 arkadaşım yıllardır bana "ortalığı boş bıraktığınız için böyleleri dünyanın parasını kazanıyor" deyip beni harekete geçirmeye çalışıyor, Bu blogu da onun sayesinde açtım. Fakat ben de farkındayım burada anlattığım şeyler, çoğu insana deli saçması görünüyor. beni tanıyan 2-3 kişi dışında kimse yazılarımı okumuyor ve kimsenin de yolu yanlışlıkla filan buraya düşmüyor. Zaten hitap ettiğim kesim de aslında 3-5 kişisel gelişim kitabı okumuş, din'le, evren'le, psikolojiyle birazcık ilgilenmiş insanlar değil. Yazdıklarımı tüm derinlikleriyle anlayabilecek kesim, bu konuda kitap yazmış, otorite kabul edilen kişilerdir. amma abarttım :) dimi? çok ciddiyim aslında. yazılarım ve düşüncelerim başka yerlerde yazsaydı yazmaya değer bulmazdım, herkes okumuştur, herkes zaten biliyordur gibi hissederdim. Asıl amaç, yazarların düşüncelerinde ve bakış açılarında bulduğum eksiklikleri gidermek. onları bir anlamda eleştirmek. ve bilgimi değil, bu blog aracılığıyla fikrimi paylaşmak... yoksa ben de biliyorum, daha insanlar "annenin stresi bebeğe geçiyormuş biliyor musun?" diye şaşırırken, stresin vücuda verdiği hasarı, asdoza uğrayan bedenin anne sütüyle nasıl bebeğe geçtiğini anlatmayı. Ama bunun ötesi var. Anne sütü falan sadece fiziksel boyutu işin. Bunun henüz kanıtlanamayan enerji boyutu var. Annenin aura renginin, frekans değerinin değişmesiyle, enerji alanınındaki değişimin sadece bebeği değil, dış uyaranlara açık olan her canlıyı etkilemesi var. yani bebek sütü içmese de bu stresi algılıyor zaten. Çünkü aynı oda içinde, aynı ev içinde aynı şehir içinde, aynı ülke ve aynı dünya içinde insanlar birbirleriyle enerji alışverişi halindedir ve DENGELENİRLER. (bileşik kaplardaki gibi...) Anastasya iyilik Hareketi'ndeki 'gülümseyin, gülümsetin' sloganı da bunun içindi. Asıl hedef dünyanın enerji alanını değiştirmekti. ancak bu şekilde kozmik bilinç seviyemizi arttırabilir ve insanlığı acı çekmekten, yoksulluk ve açlıktan, sevgisizlik ve yalnızlıktan kurtarabilirdik. ama bunlar nasıl anlatılır bilmiyorum. Daha "insanın vücudunda atom var mı ki, atom yalnızca cansız maddelerde olmaz mı?" diye soran insanların suyun 2 hidrojen 1 oksijen atomundan oluştuğunu ve insan bedeninin %70'inin su olduğunu hatırlatmam gerekirken, hissettiklerimi ve fark ettiklerimi nasıl anlatabilirim gerçekten bilmiyorum.

Yapılan araştırmalar gerçekten de zeka seviyeleri, eğitim seviyeleri düşük insanların daha yüksek mevkilere gelmelerinin sebebini bu özgüvene bağlıyorlar. Ben bilirim, ben yaparım, bir nevi cahil cesareti... Hüseyin Çelik gibi, Burhan Kuzu gibi adamların bizi yönetebilecek mevkilere nasıl geldiklerini daha iyi anlayabiliriz sanırım.

Lisedeyken, okula birlikte yürüdüğüm arkadaşıma bir sabah: "farkında mısın demiştim evli çiftler fiziksel olarak birbirlerine benziyorlar." sonra bir sürü ortak tanıdıklarımızdan örnekler vermiştim. "aaa hakkateeen! akraba evliliğidir heralde" demişti. "hayır demiştim, bence uzun yıllar, aynı evin içinde, sürekli aynı yemekleri yedikleri için" :) saçma di mi? bakın yıllar sonra nooldu....
 üniversite 4. sınıftayken, acayip sıkıcı bir Ersin Güngördü dersinde arka tarafta sıranın altında gazete okuyordum. şöyle bir yazı çıktı karşıma :)" ingiliz bilim adamları bilmem ne üniversitesinde yaptıkları araştırma da uzun süre evli kalan çiftlerin zaman içinde fiziksel olarak da birbirlerine benzediklerini ortaya koydu, bunun sebebinin aynı tip beslenmeleri ve metobolik olarak....bla bla blaaa.."  "anaaa yeminle ben dediydim bunu" diyip acayip sevinmiştim :) ve farklı bir ülkede doğmam gerektiğini anlayıp kaderime küfretmiştim. Evet, ben hep farklıydım, hepimiz gibi, parmak izlerimiz gibi...her birimiz eşsiz... Ama benim herkesten farklı olmak dışındaki tek farkım, farklı olduğumun farkında olmamdı, Çoğu insan farklılığının farkında bile değilken...

Şimdi ben böyle şeyler yazarken Nevres acayip kızıyor, mesela isveç şurubunun evde nasıl yapılacağından, kombucha çayından, akupunkturdan, Pi-Ki'den, çocuklarla iletişim dilinden, yüz yogasından, evde doğal temizlik ürünleri yapılışından, cilt bakımından filan bahsetmem gerekirken ben tuttum blogumu günlüğe çevirdim. o'ysa, fotoğraflar çekecekti, instegram'dan paylaşacaktık, reklam gelirleri elde edecektik, sonra ünlenip bir yayınevinden teklif alacaktım. çünkü bahsettiğimiz diğer zat-ı şahanenin serüveni tam da böyle oldu. şuan bir kitap yazmaya hazırlanıyor. üstelik sağlam bir yayınevinden de teklif aldı.

Kendime çok kızıyorum bu yüzden. Neden adım atamıyorum?  Beni tutan şey ne? kendime neden güvenemiyorum bir türlü, neden hep haddim değilmiş gibi hissediyorum... o sıkıcı derslerde, ben arka tarafta gazete okurken, pür dikkat dersi dinleyip not tutan arkadaşlarımı da kıskanırdım böyle, nasıl başarabiliyorlardı? uyumamak için yanımda gazete, karikatür dergisi ya da mutlaka bir kitapla girdiğim derslerdi onlar. Nasıl ve hangi kafayla bu kadar odaklanıp kendilerini ders çalışmaya şartlayabiliyorlardı?  Bir şekilde mezun oldum işte. Akademik bilgi bakımından fena sayılmam. Kendi çapımda bir ün bile yaptım ama onlar KPSS'yi kazanıp fındık kırarken ben para kazanmak için deli gibi Ankara'daki dersaneler yetmezmiş gibi bir de Eskişehir'e ders anlatmaya gidiyorum. Azıcık sussa şu zihnim, sorgulamasa her şeyi, ben de çalışsam, ben de atansam, Ege'de bahçeli bir evim olsa, bisikletle dolaşsam, haftada en az bir kez denize gitsek oğluşla, akşamları güneş batmadan önceki (günün o en sevdiğim saatlerinde) hamakta yatıp kitabımı okusam, organik pazarlardan mis kokulu sebzeler satın alsam hatta bir kısmını bahçemde yetiştirsem...

içimde bi şey var... Adını koyamıyorum... O, diğerleri gibi olmama izin vermiyor, oysa ben onlar gibi olmak için çabalıyorum. Sonunda ne onlar gibi olabiliyorum ne de onlardan farklı başka bir yol seçip farklılığımı ortaya koyabiliyorum.
Kayboldum... Bir el... Bir ışık... Bir mucize...