17 Ekim 2014 Cuma

İNTİHAR VE OTOBİYOGRAFİK HALLER

Dale Carnegie'yi hatırlar mısınız? hani "Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak" kitabının yazarı. Ya çocukluğumun aşkı Leo Buscaglia? Sevgi üzerine yazdığı kitaplarıyla dünya çapında tanınan ünlü bir yazardı. Her iki yazar da intiharı seçmiş olanlardan.... Tabi ki edebiyat dünyasında itiharı seçen yazar oldukça fazla ama bu iki yazarın, intihar ederek öldüklerini öğrendiğimde gerçekten sarsılmıştım. Ben de bazılarının intihara daha meyilli olduğuna inanıyorum bunun Genetikle, hormonlarla filan alakalı olduğunu düşünmüyorum. Bu tamamen çevresel faktörler, aile'nin inanç yapısı ve sorgulayıcı bir zihniyetle alakalı. Bir çocuğun merak duygusu kısıtlanmaz, sorgulama yeteneği pekiştirilir fakat maneviyatını güçlendirecek bilgiler verilmez, yeryüzünde maddeleşmesine göz yumulursa o kişi zaman içinde intihara meyilli hale gelecektir. Bu nedenle dini baskıyla, korkuyla yetiştirilmemiş insanlar zaman içinde hiçbir inanca bağlanamazlarsa yeryüzünde maddeleşir. Bu durum onların negatif boyut tarafından sömürülmelerine ve yaşam enerjilerini kaybetmelerine sebep olur.

intihara meyilli insanların Toplumdan farklı düşünen, kurallara uyum sağlayamayan, fakat genellikle sevgi dolu, neşeli, duygusal, oldukça hassas olduklarını gözlemliyorum, Bu insanlar farklı olduğunun farkında olanlar, UYANMAYI başarmış olanlar. Yola çıkmış fakat yolunu kaybetmiş olanlar...Yollarını bulabilirlerse bireysel farklılıklarını ortaya koyabilecek ve Işığa, Birliğe, Sevgiye hizmet edebilecekler. Bu nedenle negatif enerjilerin hedefi haline gelen bu tip insanlar, görevlerini tamamlamaya yaklaşmış olanlardır.

Çocukluğumuzda yaptığımız çatal deneyini hatırlayalım. Yere vurarak ses çıkarmasını sağladığımız, titreştirdiğimiz çatalın yanına koyduğumuz herhangi bir çatal da aynı sesi çıkarmaya ve tireşmeye başlardı. Bu deney insanlar için de geçerlidir. İnsanlar da UYANIR, MERAK DUYAR, SORGULAMAYA BAŞLAR VE MANEVİYATINI GÜÇLENDİREBİLİRSE enerjilerini yükseltirler, yükselen enerjileri sayesinde titreşim hızları artar. böylece daha geniş bir alanda yayın yapmaya başlarlar ve daha çok insanı etkilemeyi başarırlar. Bilinç boyutu yükselen insan, diğer insanlarla rezonansa girer. Diğerlerinin de tireşim seviyelerini arttırmalarına yardımcı olurlar. Bunu bazen bir şiirle, bazen bir şarkıyla, bazen bir edebiyat eseriyle, bazen de siyasi bir eylemle ya da çözüm odaklı bir sivil toplum örgütü ile gerçekleştirirler. İşte bu, negatif boyuttakiler için korkulanın başlangıcıdır.
Negatif enerjiler için insanoğlu bir enerji kaynağıdır. insanda biriken kin, öfke, bencillik, fesatlık, kıskançlık gibi duygular aurada delikler açılmasına, enerjinin negatif kanallara akmasına sebep olur. üstelik bu kanallar, negatif boyutla bağlantı kurulmasına neden olduğundan gönderdikleri olumsuz telkinlerin daha net duyulmasını sağlar. Bu teklinlerle insanlar korkutulur, uyutulur, köleleştirilir. Bu nedenle, An'da kalamayan, kendini geleceğin kaygısına, geçmişin tozlu sayfalarına hapseden insanlar enerjilerini kendilerine değil, negatif boyuta akıtır. Böylece karanlığın büyümesine ve beslenmesine farkında olmadan katki sağlamış olurlar. Geçmişte ya da gelecekte yaşayan insanların Sömürülen enerjileri zaman içinde onları depresyona sürükler, hasta eder ve ölüme götürür.
İnsanlar, yaptıkları işlerle, farkındalık kazandıran fikirleriyle, ilham veren söylemleriyle diğerlerini UYANDIRIRLARSA, negatif boyutun enerji kaynakları azalmaya başlayacaktır. Bu nedenle uyanmaya başlayanlar hemen dikkatlerini çeker. Hem yeni uyananlar, kafaları karışmaya müsait olduğundan hem de uyku sersemliklerini üzerlerinden attıklarında aydınlığa hizmet edip yeni insanların uyanmalarına sebep olacaklarından hedef haline gelirler. Yarı uykulu yarı uyanık, henüz mahmurluklarını üzerlerinden atamayan insanları bu nedenle oldukça zorlu bir süreç beklemektedir. Kendi karanlıklarıyla yüzleşmek ve bu yolda vesveselere aldırış etmeden egolarının sesini kısmak... İşte burada çoğu Uyanan vesveselere kapılıp, hayatın yaşanmaz bir yer olduğuna inanmaya, umudunu yitirmeye başlıyor ve yoldan çıkmayı seçiyor. 

Diğer taraf zaten uykudadır, zihinsel olarak öfke ve korku dolu olduklarından şeytani gücü her an besler ve Allah'ın yolunda olduğunu sanıp FARKINDA OLMADAN Şeytan'a hizmet ederler.  Şeytan'ın kölesi haline gelir, kendi potansiyellerinin farkına varamazlar, Zihinlerine fısıldanan sözlerin esiri olurlar, düşünmeyi unutur, sorgulamaktan vazgeçer. Çocuk gibi merak duyamaz, içinden geldiği gibi hareket edemezler çünkü hata yapmaktan korkmaktadırlar. yani YAŞAMAKTAN... Negatif boyutu besleyen en temel duygu korkudur. bir düşünce, bir inanç, bir felsefe bir kehanet, bir alim sizi korkutuyorsa bilinmelidir ki o, negatif boyutun yani Şeytan'la sembolize edilen gücün kölesi haline gelmiştir.

 Korkutulanlar, yoldan uzak tutulanlar, uykudakiler hasta edilerek, ağır ağır öldürülürken, uyanmış, yola çıkmış fakat yolunu kaybetmiş bir ruhun, arayışı uzun sürdüğünde, umudunu kaybettiğinde, kabulü ve sevgiyi kalben hissedemediğinde, geçmişi, kendini ve çevresindekileri affedemediğinde, öfkelerinden bir an önce aranınıp özgürleşemediğinde negatif boyutun olumsuz vesveselerinin etkisi altına girer ve kendi kendini öldürmesi sağlanır.

intihar eden bir yazar şöyle diyordu: "intihar fikri bir anda oluşmaz, bazı insanlarda o hep vardır, yaratılışlarından itibaren..." Evet, bazı insanlar içlerindeki küçük çocuğun sesini hiçbir zaman kısamıyorlar, öğrenmeye açıklar, meraklılar, sorgulama yetenekleri gelişkin, gözleri ışıl ışıl... fakat içlerindeki çocuk o kadar kırılgan ve o kadar naif ki, Dünya'daki bu adaletsizliğe, bu sevgisizliğe, bu hoşgörüsüzlüğe dayanmakta zorluk çekiyor.

Çevreleri tarafından sevilen, neşeleriyle her zaman ortama pozitiflik getiren bu insanların intihar haberini almak ne kadar yıkıcı öyle değil mi?
 Onlar, yaşamla savaşmaktan yorulanlar...
Yaşamla savaşmaya başlamaları, onların uyandıklarını göstermektedir aslında fakat yola çıkmanın sorumluluğu ağırdır. Karanlık yönleriyle yüzleşmeleri bir yana bir de şeytanın uykucuları tarafından sürekli negatif oyunlara çekilmeye çalışılırlar. Bu zorlu süreci atlatamadıkları, yalnız kalıp kalplerine dönemedikleri, bilinçaltlarının derinlerini eşeleyemedikleri takdirde mızıkçı bir çocuk gibi küsüp oyundan çıkmak istemeleri kaçınılmazdır. 

Gelelim bana, intiharı ilk düşündüğümde sanırım 17 yaşındaydım. çok kötü şeyler yaşamış, 17 yaşında küçücük bir kız yüreğiyle yaşadıklarımı kaldıramayacağımı hissetmiştim. Kimsenin beni sevmediğini, bu dünyada yapayalnız olduğumu düşünmüştüm. Daha fazla hayatın ağırlığını kaldıramayacaktım, o gücü kendimde hissetmiyordum. (üstelik insanları neşeme öylesine alıştırmıştım ki kimse beni mutlu etmek, yüzümü güldürmek için çaba sarf etmiyordu bile. Hatta tam tersi son günlerdeki içine kapanık halim iyiden iyiye sinirlerini bozmaya başlamıştı ahalinin. Öyle ya, düşersen kalkıcaktın, yaraları sarmak herkesin kendi görevi... Kimse "yaralarımı umursamadı" diyemem, görselerdi kanadığımı, sarmak için bir şeyler yaparlardı belki. Aslında sonrasında tecrübeyle sabitledim bu durumu. Yıllar yıllar sonra o dönem neler yaşadığımı öğrenen çok sevgili Annem bile en ufak bir tartışmamızda, ufacık bir sürtüşmede, pat diye o günlerime saldırıp yaralarımı yeniden kanattıysa kimsenin o dönem bilselerdi yara bandım olacağına ve yükümü hafifleteceğine inanmıyorum. Ruhsal gelişim sürecimde baya baya yol kat ettiğimi düşünüyorum aslında yine de anneciğimin kanattığı yaraları zar zor yeniden kapatmışlığım, yine hüngür hüngür ağlamışlığım var, Derinlerde kalan son izlerin hala kanayabildiğini ve aslında iyileşmediğini gösteren sevgili Anneme teşekkür etmeliyim. o benim hayattaki en zorlayıcı fakat en geliştirici öğretmenim.)

Benim intihar denemelerime dönecek olursak, Hem yukarıda anlattığım bir dünya psikolojik çöküş hemde birilerine hayatları boyunca unutamayacakları bir ders verme isteği sonucunda oyunu burada bitirmeye karar vermiştim. hem birilerini ölümümle cezalandırmış olup, pişman edecektim, hem de sürüne sürüne yaşadığım bu hayat sahnesini kendi istediğim zamanda terk edecektim,  Yağmurlu bir gecede, Ananemlerin evinde birkaç hap içtikten sonra camdan yağmuru izlemiştim. O sırada Babamı düşündüm. Ağlayamazdı da adamcağız, onlar için hiçbir şey eskisi gibi olamazdı artık. üstelik zaten ölecektim. Hem ya 5 yıl sonra ünlü, başarılı, zengin ve mutlu bir kadın olacaksam... bu defa geleceğe duyduğum merak beni durduruyordu. savaşırdım, güçlüklerle, zaman geçer yaraları da sarardım.

Tuvalete gidip kendimi kusturduğumda  hapların daha doğru düzgün erimediklerini gördüm. Yatıp uyuydum o gece. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yeniden yaşamaya karar verdim, bir arkadaşımla buluştum ve bana bir kitaptan bahsetti. diyorum ya hep "hayatımı değiştiren kitaptır o" diye. İşte 'Simyacı' ve P. COELHO hayatıma böyle girdi. Ardından 'Veronika ölmek istiyor'la bambaşka bir bakış açısı kazandım. Başka bir pencere açıldı ruhumda, başka bir bahçeyi gören... Farkındalığın kapıları aralanıyordu.
SONRA hayat bir şekilde devam etti. üniversite sınavını kazandım. yeni bir şehir, yeni bir hayat başladı benim için. Fakat zaman içinde herşeyi sorgulamaya başladım. istediğim hayat bu değildi, okumak istediğim okul bu değildi.  Arkadaşlarımın ettikleri muhabbetler bana göre değildi, güldükleri şeylere gülmüyor, ilgilendikleri konuları saçma buluyordum. üniversite süreci tamamen kendime yabancılaştığım, insanlardan ruhsal olarak uzaklaşıp, yalnızlaştığım bir süreçti. Sonra herşey tam yoluna girmiş, hayata yeniden gülümsemeye başlamışken, benim hala anlamakta zorlandığım tuhaf olaylar zinciri ve ailemin Ankara'ya yerleşmesi ve o süre zarfında yanımda görmek istediğim, güç bulduğum insanların yanımda olmaması ikinci bir depresyon dönemini başlattı. Okul bitmiş, yoğun bir bir tempoyla çalışmaya başlamıştım. Öğrencilerim genellikle 10-13 yaş arası çocuklardı. onların sesi akşam eve gittiğimde kulaklarımda uğulduyor, kendimi bir süre odaya kapatma ihtiyacı hissediyordum. Fakat aniden odanın kapısı açılıyor ve "masanın hazırlanmasına yardım et burası otel değil" diyen babamın sesiyle irkiliyordum. Annem kazandığım 600tl'ye takmıştı, telefonda teyzeme: "aldığı kendine yetmiyor zaten" diye yaptığım işi, kazandığım parayı sürekli küçümsüyordu. Hiç hesap yapmaya gerek yok heralde, yol+yemek+telefona kontör artanıyla evin elektrik ve internet faturası... Buna rağmen bildiğiniz horlanıyordum evde. Uyusam gözlerine batıyordu, saçlarım dökülüyormuş mesela süpürmekten bıkmışlar, n'apıyım yani boneyle mi gezeyim evde? akşam 7'de işten çıkıyordum, tıklım tıklım bir otobüste çantamın, montumun kapıya sıkışmasını umursamadan ayakta yolculuk yapabildiğime şükrediyordum. Eve geldiğimde montumu çıkarmak üzereyken annemin mutfaktan gelen sesini duyuyordum. Ablamla mantı kapatan annem: "Heeeh hazıra gel zaten, bitek yemeye yara" diye bana söyleniyordu. inanılır gibi değildi sanki eğlenceden, partiden filan geliyordum. Bunalmak ne kelime cinnet geçirmek üzereydim artık. KPSS'ye çalışmak için ayırdığım boş günlerimi de doldurup hem evdeki bu negatif enerjide zehirlenmekten kurtulmalı, hem annemin yılların birikmiş öfkesini benim üzerime kusarak rahatlamasına engel olmalı, hem de biraz daha saygı görmek adına daha fazla para kazanmalıydım. Büyük bir kurumun benim branşımdan öğretmen aradığını öğrenince hemen başvurdum. Başvurduğum kurum, o dönem Ankara'nın tüm namlı hocalarının toplandığı, oldukça kalabalık bir yerdi. Daha önce stejerliği henüz kalkmamış, yeni mezun bir öğretmenle hiç çalışmamış fakat çok ihtiyaçları olduğu ve bende bir ışık gördükleri için birtane önlisans grubunu bana vermeye razı olmak zorunda kalmışlardı. Artık ders saati ücretli çalışıyor ve üniversite mezunu, yaşları benden büyük öğrencilere ders anlatıyordum. Grupta hiçbir problem çıkmayınca ve hatta öğrenci başarıları yüksek olunca yeni yeni gruplar verdiler. Artık eskisinin 3 katı maaş alıyor, işe kotla gidiyor, boş saatlerimde bile özel ders veriyordum. Herşey yeniden rayına oturmaya başladı. Tek sorun, akşam 21.30'da dersimin bitmesi ve otobüsle evimle işimin arasının bir saat sürmesiydi.Ders çıkışı hiç oyalanmadan gitsem ancak akşam 11 gibi evde oluyordum. Yeni tanıştığım arkadaşlarla yarım saat oturup, muhabbet etsem eve gidişim 11buçuk, 12'yi buluyor bu da bizimkileri çıldırtmaya yetiyordu. Sonra işyerinde çok sevilen, çok saygı duyulan birinden evlenme teklifi aldım. En kısa zamanda benimle evlenmek istiyor, hayatının sonuna kadar benimle olmak istediğini söylüyordu. Geleneksellikle modernizmi değişik bir şekilde harmanlamış olan bu genç adamın gömleğinin altından kalp atışlarını hissetmek, beni görünce yaşadığı heyecana tanık olmak, ondan güzel sözler duymak hoşuma gidiyordu. 6 ay içinde, birbirimizi çok da tanımadan evlendik. Evlenmeden önce  bana Allah'ın ona gönderdiği bir hediye gibi davranan insan, birkaç ay sonra değişmeye başladı. dışarıda göründüğü gibi değildi. çok sinirli, inanılmaz kıskanç, kaprisli halleri beni şaşırtmakla kalmıyor apaçık afallatıyordu. Evliliğimizin daha 3. gününde sorduğum halde söylemediği bir nedenden ötürü küsüp yaklaşık 4-5gün benimle konuşmadı. neymiş efendim işe giderken camdan el sallamamışım, annemlerde ona çay doldurmayı unutmuşum filan. Bu küslükler artmaya ve süreleri uzamaya başladı. Günlerce, günlerce... sorduğum halde "yok bişey" yanıtını almaktan sıkılıp bende kulaklıklarımı takarak kendi işlerimle ilgilenmeye başlıyordum. Sonra "sen bana bi sarılsan ben yumuşardım aslında" dediği için bir daha ki sefere yanına gidip sarılıyor, güldürmeye çalışıyordum, bu sefer de kendini çekiyor, sinirli olduğunu söyleyip beni itiyordu ve yine küslüğünün sebebini söylemiyordu tabiki. Bir şekilde arkadaşların yanında ya da misafirler geldiğinde konuşmaya başlayınca barışıyorduk, barışınca anlatıyordu ki yine incir çekirdeğini doldurmayacak bir meseleymiş küslüğünün sebebi. Artık sıkılmaya başlamıştım. Boşanmayı ciddi ciddi gündeme aldım ki, hamileyim... Evlilikteki eşitsiz işbölümü, hamilelikte allak bullak olan hormonlar, yapmak isteyip yapamadığım şeylerin pişmanlığı, herşey beni alt üst etmişti. Eşim beni çok seviyordu, benim onu o kadar sevmediğimi düşündüğü içindi bu kadar kapris. Yoksa barışır barışmaz fısıldadığı sevgi dolu sözler, benim için yaptıkları belli ki öylesine yapılan, öylesine söylenen türden değildi. hatta hüngür hüngür ağladığını biliyorum beni kaybetmekten korktuğu için. Ama alışamıyordum, bocalıyordum. Toplumda evli bir kadın olmaya henüz adapte olamamışken bir anne olacaktım. Ağır geliyordu. Üstelik bu süreçte eşimle ilgili tanık olduğum, başkalarından öğrendiğim bazı gerçekler vardı ki, benim gibi bir kız için kabul etmesi ve hoş görülmesi mümkün değildi. ikinci büyük depresyon süreci böyle başladı işte. mutsuzluk, mutsuzluk, mutsuzluk... Her gün intihar mektupları yazıp yırtar olmuştum, her an aklımdaydı sadece ölmek istiyordum. Giderek her şey daha kötü bir hal alıyordu. Yine düşmüştüm ve bu defa tek başıma kalkmam gerektiğini öğrenmiştim. Bir sürü kurs, bir sürü seminer, bir sürü şifalı ot, onlarca kitap...

Oğlum dünyaya gelmeden önceki gün, tam 8 saat musluk gibi akan gözlerle ağladım. Yine eşim küsmüş, 15 gündür hiçbir şekilde benimle konuşmuyordu. bilemiyorum bir insan neden böyle davranır? Belki o da hayal kırıklığına uğradı. aşık olmak başka şeydi sonuçta, yoldaş olmak başka şey... Belki yaktığı gemiler vardı, onlara özlem duydu bilemiyorum, tek bildiğim artık dayanacak gücüm kalmamıştı. o gün doktor kontrolümüz vardı. Birlikte doktora gittik. Dönüşte bir restorantta oturup yemek söyledik. Siparişleri verdikten sonra "neden" dedim?
ne neden? dedi hiçbir şey yokmuş gibi. "Biz neden 15 gündür küsüz?" dedim. "O gün annemlerde sen de vardın işten geleceğim saati bildiğin halde kapıyı sen açmadın" dedi. Bunu duymamla ağlamaya başlamam bir oldu. sanki gözlerimden yaşlar fışkırıyordu, tutamıyordum artık kendimi. Restorantın tuvaletine gidip ağlamaya devam ettim ama sakinleşemiyordum. O kadar gözyaşı döktüğüm tek bir gün daha hatırlamıyorum. Bu hal, takside, evde, banyoda devam etti. ve artık duymak dahi istemediğim onlarca güzel sözle teselli ediliyordum. Kendisi de beni bu kadar üzdüğü için bir köşede ağlıyordu ama artık umrumda bile değildi. O gece suyum geldi ve hemen hastaneye gittik. Umut Çınar 8 aylık olarak dünyaya gelmişti.

Oğlum dünyaya gelince her şey çok daha karmaşıklaştı. Eşimin aile sorumluluğunu üzerinde hissetmesi, daha çok para kazanmak için daha çok çalışmasına, daha çok stres yaşamasına ve bu stresi en yakınındaki bizlere yansıtmasına sebep oluyordu. Evlilikle birlikte başlayan ve oğlumun doğumuyla yaklaşık bir buçuk yıl daha süren ağır bir depresyon dönemine girmiştim. Geceleri 2 saatte bir uyanarak oğlumu emziriyor, gündüzleri o bitkinlikle oğlumla ilgilenmeye çalışıyordum. Ev işleri büyük bir sorun haline gelmeye başladı. çocuğu emzir, altını değiştir, uyut bu arada kendi karnını doyur, banyoya gir, ağlayınca yine emzir, yine altını değiştir, yemek yap derken kendimi iyice yorgun ve psikolojik olarak bitmiş hissediyordum. Evle ilgili yapabildiğim tek şey çamaşırları yıkamak, asmak, kuruyanları katlamak oluyordu. Çoğu zaman oğlumu uyuturken uyuyakalıyordum. Akşamları onun ailesine gidiyorduk ki, oğluna çok düşkün olan kayınvalidem  Bir akşam gitmesek sitem ediyordu. evlendiğimiz ilk günden beri ya onlar bizdeydi ya biz onlarda.
üstelik çalışmıyordum. Babamdan bile para isteyemezken eşimden para istemek kendimi çok kötü hissettiriyordu. intiharı düşünüyor fakat oğlum beni hayata bağlıyordu. Yaz geldi. Oğlumuz artık bir yaşındaydı. ve biz eşimle balayına bile gidememişken onun ailesiyle yaklaşık 16 kişi çeşmeye tatile gittik. Bu kadar kötü olabileceğini tahmin edemezdim. Eşim iyiden iyiye onların yanında beni eziyor, sürekli azarlar gibi konuşuyordu. Şöyle ki bir fırından önce bir poğaça isteyip sonra "yok yok iki olsun" dedim diye bile azar işitiyordum. Kumsalda babalar çocuklarını havalara atıyor oyun oynuyorlardı bizimkiyse değil kumsalda çocukla ilgilenmek, kumsala giderken kolumda plaj çantası kucağımda bebekle yürüdüğüm halde sigara içiyorum bahanesiyle önden önden yürüyordu. Ben orada karar verdim boşanmaya. Kafama takmıyordum artık olanları, neşemi korumaya çalışıyordum. Çeşmedeydim sonuçta. Harika evlerin, harika bahçelerin olduğu güzel ve sakin sokaklardan geçiyordum. Çocuğumu arabasına koyup tek başıma yürüyordum. Bir gün plajdan dönerken eşime: "soysal, bu seferde şu sokaktan gidelim pansiyona" dedim. "hayır" diyip yürüdü. Ben de ona: "bak soysal, ben çok neşeli biriyimdir. Gülmeyi, güldürmeyi severim. Kendi kendimeyken de eğlenmeyi bilirim. Yalnız kalmaktan hiç korkmam bu yüzden" dedim. "artık buna daha fazla dayanamıyorum. Çocuğumun babasısın eyvallah ama mutlu etmeyeceksen, mutlu olmama engel bari olma" dedim. ve o tatil boyunca bir daha ne onla ne de bir kez olsun kardeşlerinin tuhaf tavırlarını eleştirmeyen ailesiyle hiçbir şekilde konuşmadım. Dönüş yolculuğu sırasında yaptıkları da ne kadar gaddar olabileceğini gösterdi bana. Sonra mı? döndükten sonraki gün benim doğum günümdü ve o bizi eve bıraktıktan hemen sonra Bursa'ya gitti. 

14 temmuz 2012... Her şey bitti. Ben sadece gün saydım ondan sonra. Ne küstüğünü fark ettim, ne kırıldım yaptıklarına, ne konuştum, ne de sustum. Artık tamamen silmiştim onu. Ben ona karşı bu kadar uzak bu kadar tepkisiz kalınca iletişime geçebilmek için beni daha fazla sinirlendirecek şeyler yapmaya, kalbimi daha fazla kıracak sözler sarfetmeye başladı. Neler yapmadı ki? ama bitmişti benim için, Öyle biri yoktu artık. Çınar'ın babasıydı işte, benimse sadece yasal anlamda eşim... Buradan sonrası sansürlü. Ufak hakaretlerle başladığı cümleler, küfre dönüşmeye başladı zamanla. Yaptığı herşey benim boşanma kararımın ne kadar doğru bir karar olduğunu bana bir kez daha kanıtlıyordu

Çalışma hayatına geri döndüm, bundan sonraki süre zarfında yaklaşık 15 kilo  kadar zayıfladım. bedenim tüm ağırlıklarından kurtulurken hafifleyip ruhum özgürleşiyordu adeta. okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, katıldığım seminerler ruhuma meğerse tohumlar ekmişler. Değişim hemen gerçekleşmemişti ama tohumlar zaman içinde filiz verip koca bir ormana dönüştüler. Ruhsal olarak iyileştikçe aydınlandı yolum, rüyalarım netleşti.

Artık başarılı ve kısmen ünlü bir öğretmendim. soru bankalarım, konu anlatımlı yayınlarım vardı. Çok para kazanıyor kendi ayaklarım üzerinde durabiliyordum. Daha önce hakaret dolu, hatta küfre varan konuşmaları, artık tehtide dönüşüyordu eşimin. Beni nasıl elinde tutacağını bilemiyor, gideceğimi anlıyordu. flash tv'deki o saçma sapan adamlar gibi beni oğlumun velayetini almakla tehdit ettiğinde daha fazla tutamadım kendimi, tepkisizliğim son buldu ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım yine. Sonra sarılmalar, "seni seviyorum"lar, "hayatımın 33 yılına bedelsin"ler.

Bir süre sonra yeni bir tartışmada Yine oğlumuzun velayetiyle ilgili tehditler savurunca ağlamak yerine "peki sende kalsın, Halasının ona iyi bakacağına eminim" dedim. Bu seferde beni öldürmekle tehdit etmeye başladı. Daha doğru bir zamanı beklemeliydim. O da kabul etmeliydi boşanmayı. yoksa ayrıldıktan sonra da rahat bırakacağa benzemiyordu beni. Belki aşık olurdu birine... Ne tuhaf di mi? Evlendiğiniz adamın başkasına aşık olması için dua eder hale geliyorsunuz...

Sonraki süreçte, ettiği hiçbir tehditten korkmaz hale gelince ( "tamam çocuğu al", "tamam nafakada ödeme" "tamam ne kadar paramız, altınımız varsa senin olsun, istemiyorum zaten" "tamam öldür, zaten bir canım var onu da almış olursun") daha ne söyleyeceğini beni nasıl korkutup elinde tutacağını bilemediği için tüm duvarlarını yıktı, maskelerini kaldırdı ve kalbini samimice açıp bana oradaki beni gösterdi.O da kendince haklıydı aslında, bir aile nasıl olunur bilmiyordu, annesiyle babası birbirlerinden nefret eden geleneksel olarak zorunlu evliliklerini sürdüren bir çiftti. Çocukluğunda babası hep yurtdışında olduğu için kafasında bir baba modeli oluşmamıştı. Bana karşı, hayata karşı güçlü olmak, gücünü sertliğiyle göstermek istiyordu. Evin tek oğlu olduğu için her lafı bir hikmet sayılmış, sürekli pohpohlanmıştı. Onu seven kimse bu güne kadar eleştirmemiş, öyle diyorsa bir bildiği vardır diye düşünüp el üstünde tutmuşlardı. Ben de eğer onu seviyorsam her istediğini yapardım, yapmıyorsam sevmiyorumdur zaten, öyleyse cezalandırılmayı hakediyorumdur.  Fakat kendince beni yola getirmek, gücünü kanıtlamak için tüm kozlarını kullandığında yapabileceği tek bir şey kalmıştı artık. maskelerinden kurtulmak... Artık çok değişmişti eşim, çok iyi bir baba, çok iyi bir eş olmaya başladı. Bunları okurken aman ha onu yargılamayın, çünkü bunların tamamını ona yaptıran benmişim. Frekans değerimize uygun gerçeklikleri yaratıp kendi bilinç boyutumuza uygun kişileri hayatımıza çektiğimizi unutmayalım Bu dersleri bana o verebileceği için o'nu eşim olarak seçmişim, derslerimi veremeyecek olanları en baştan zaten elemişim. O, Bilinçaltımdaki çekirdek inanç kalıplarıyla yüzleşmem için bana ayna tutuyordu sadece. Önce küserek beni yok saydı. çünkü bende DEĞERSİZLİK bilinci hakimdi, içeriyi dışarı yansıtan bir görevliydi o sadece. Sonra yaptığı pek çok davranışla SEVGİSİZLİĞİMİ aynaladı. Kendime olan güvenim ve inancım o kadar düşüktü ki, ben kendimi ezik, zavallı hissettikçe bana kendimi zavallı ve ezik hissettirdi. zaman içinde ben değiştikçe, arındıkça o da düzeldi. Ben kendimi hayatta kurban olarak görmeyi bırakınca o da kendini cellat olarak görmekten vazgeçti. Ben derslerimi hızlıca alabildiğim için, zorlaşıyordu oyun. üstelik bu süreç ikimizi de bileşik kaplar kanununda olduğu gibi  dengeye getiriyordu. Şimdi mi? oldum, Herşey bitti diyemem tabi ki, nelerle sınanacağımı, nelerle yüzleşeceğimi bilemiyorum. ama artık yeni uyanmanın verdiği mahmurluğu ve kendi karanlığımla yüzleşmenin verdiği hızlandırılmış deneyimleri atlattım. 

Başta Dale Carnegie, Leo buscaglia gibi isimlerden bahsetmiştim... onların ne hikmetse hep sevgiden, yaşamdan, hayat oyununu keyifli kılmaktan bahseden insanlar olduğundan... Onlar her satırlarıyla sevgiyi büyütüyor, farkındalık yaratıyor ve ışığa hizmet ediyorlardı. ışığa hizmet edenler, ışığa hizmet etme yolunda olanlar ve ışığa hizmet etme potansiyeli taşıyanlar riskli gruptur. Karanlık güçlerin oyunlarına daha çok çekilmeye çalışılan, sınırları zorlanan bu tip uyanmış ruhlar her zaman fazlasıyla negatifle sınanırlar. Buradan kurtuluşun tek yolu, yaşamı gözlemektir. yaşamda karşılaştığımız olaylar ve çevremizdeki insanlar bize ne hissettiriyor? hangi bilinçaltı kalıplarımıza ayna tutuyorlar? Bunları teşhis edip biran önce temizlemek artık çok daha önemli. ....bende bu riskli gruba girdiğimi biliyorum. Eğer özsaygımı yeterince sağlam inşa edemez, yola ve Tanrı'ya güvenmeyip gelecek kaygısıyla yaşarsam, korkularımdan arınmayı başaramazsam (ki enerjim çoğu insana göre daha yüksek olduğundan korktuklarım daha hızlı başıma geliyor) o zaman beni de çöküş bekliyor. Yaşadığım ağır depresyonları atlatmama yardım eden ve benim intihar etmeme engel olan  şey, oğluma hamile kalmam ve onu dünyaya getirmemdi. Beni hayatta tutan, mızıkçılık yapmadan oyunda kalmamı sağlayan en büyük mucizem, bu dünyadaki en büyük şansım... Umarım yaratılıştaki saflığa ve bütünlüğe ulaşmam için bundan sonra yeterli zamanım vardır çünkü kıyam'ın başladığına ve sona yaklaştığımıza inanıyorum

 Saflığa ve bütünlüğe ulaşırsak ne mi olucak? yaratıcılığını kullanan, potansiyelini keşfetmiş daha mutlu bireyler çoğalacak. Daha önce bir yazımda bahsetmiştim her şey biraz daha mutlu olmak için, yaşamdan keyif almak için. Hayır, hayır, şu anki sahte mutluluklardan bahsetmiyorum. Tamlığın huzurundan, Birliğin ışığıyla aydınlanan gözlerden bahsediyorum. Tıpkı hayvanlar gibi ya da çocuklar... Onlara mutlu musun diye sorsanız hiçbir şey anlamazlar. Çünkü mutluluk onların doğal halidir. Daha önce bunun üzerinde düşünmemişlerdir bile. Biz eğer hala mutlu olup olmadığımızı düşünüyor, keyif almak için bir şeylerle uğraşıyorsak gerçek anlamda tamlığın ve doğallığın mutluluğuna erişebilmiş değiliz. bu nedenle benim hedefim kendi kişisel cennetimi yaratabilmek. umarım başarabilirim. 

Bu arada  yazmaya başlayalı tam 8 saat olmuş şimdi bitirip bir kahvaltı yapmak istiyorum. ve aklımda Nil Gün'ün bir sözü: "eğer bir işi yaparken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsanız  o sizin yapmanız gereken iştir." herkesin kendine has bir farkı ve bu farkı ortaya koyma farklılığı vardır. ben yazarlık konusunda nasılım henüz bilemiyorum ama, hayatım boyunca her gün açlığımı, susuzluığumu düşünmeden kendimi kaybedercesine yazabilirim.

kendinize selam söyleyin ;)





14 Ekim 2014 Salı

Evren, konuştuğumuz dili bilmez. O, dalga boyumuza uygun gerçeklikleri karşımıza çıkartır. Hangi frekanstan yayın yapıyorsak o frekansa uygun kişi ve olaylar hayatımıza çekilir. (Çekim yasası denilen şey budur. Öyle para istiyorum deyince, 'hoop o para geliversin' gibi bir işleyiş söz konusu değil. Daha önce de söylediğim gibi Başınıza gelen herşey ne söylediğinizle değil ne hissettiğinizle ilgilidir. O paraya kendini layık görüyor musun, hakettiğini düşünüyor musun, en önemlisi yürekten istiyor musun birşeyi yürekten istersen o uğurda çalışır, onunla yatıp onunla kalkarsın. İstediklerimizi gerçekten istiyormuymuşuz yani ;)) hep söylerim, bizler yıldızlar gibi titreşen, güneş gibi patlamalarla evrene ışık saçan mucizevi varlıklarız. Düşüncelerimiz, duygularımızı, duygularımız, frekans değerimizi ve frekans değerlerimiz yaşayacağımız hayatı belirler. Yarını değiştirmek istiyorsak bugünü değiştirmekle işe başlamalıyız o zaman. Yarın sağlıklı bir bedene sahip olmak istiyorsak bugün spora başlamalıyız, yarın kendimizi mesleğimizde başarılı bir insan olarak görmek istiyorsak bugün çalışmaya başlamalıyız. Buna da karma yasası denir. Bugün aldığımız kararlardan yarın sorumlu olacağız ve sonuçlarına katlanacağız yani.
Bu, şu demektir önce düşüncelerini sonra duygu durumunu değiştir ki kendine güzel bir gelecek yarat ve hayatının sorumluluğunu üzerine almaya başla. 'böyle yazılmış' demek tamamen yanlış bir inanç kalıbıdır ve hep dışarıdaki bir güç tarafından yönetilen, potansiyelini kullanamayan, yaşam oyununda pasif kalan insanlar ortaya çıkartır. Insan, potansiyelini hisseder fakat kullanamazsa hayatının anlamı kalmaz, kendini mutsuz hisseder. O potansiyelle doğduk, ortaya çıkarmak için önce bize öğretilenleri unutup, korkularımızdan, kaygılarımızdan, kendimize dair inandırılmış olduğumuz olumsuz kodlamalardan arınmamız gerekli.
Peki Öyleyse gelecek diye birşey yazılmamış mı yani? Hayır, yazılmış bir gelecek yok. Hani derler ya geleceği Allah'tan başka kimse bilemez, hiçbir varlık gaipten haber getiremez diye. Doğrudur geleceği kimse bilemez çünkü gelecek henüz yaratılmadı. Yaratacak olan BİZLERİZ. BUGÜNKÜ hislerimiz YARINI oluşturacak...


 Allah elbette ne yaşayacağımızı, nerede manevra yapacağımızı bilir ama kader dediğimiz şey bizim bugünkü davranışlarımız, düşüncelerimiz ve duygularımızla oluşturmaya başladığımız gelecekten başka birşey değildir. Falcılar da bunu yapar işte. Bugün ki duygu durumunu yani auranı okuyup olası gelecek senaryolarını söyler.


Söylediklerimden "kader yoktur" anlamı çıkarılmamalı. Hangi ülkede, kaç yılında doğduğumuz, anne- babamız, kardeşlerimiz bizim KADERimizdir. Değiştirilmesi mümkün olmayan birtakım unsurlardır bunlar. Bu unsurlar, bizim hayat oyunundaki derslerimizi belirler.


   Evren, Tanrı'nın yarattığı muhteşem bir mekanizmadır. O sadece bu düzeni yaratmıştır ve yarattığı düzen muazzam bir şekilde işlemektedir. Bir işletim sistemi gibi. O, yarattı sadece şimdi sistem kendi kendine işlemeye devam ediyor. Hangi düğmeye bastığımızda hangi programın açılacağını o program içinde yer alan seçenekleri ve bizim neden o programı açtığımızı, ne yapmak istediğimizi, bu niyete göre hangi sekmeleri açıp hangi seçenekleri tercih edeceğimizi biliyor. Fakat asla müdahale yok.özgür irade de budur işte. Niyet diyorum öyleyse çok önemli ;)) Böyle yani.

9 Ekim 2014 Perşembe

 Tüm bedeller ödendikten sonra geriye kalan bir şey varsa hâlâ,
 onun adı gerçekten SEVGİDİR.

6 Ekim 2014 Pazartesi

 PARAPEREST VE HİÇ


insan ve yaşam: birbirini besleyip büyüten iki güzel mucize. böylesi bir mucizenin içindeyken hiçlik bilincini yanlış anlayıp, hiçbir şeye sahip olamadan ölmek, yedek kulübesinden maçı seyretmek gibi geliyor bana. insan, oyuna girmeli hayatta, oyunun oyun olduğunu bildiği halde elinden geleni ortaya koymalı, koşmalı, tekme yemeli, gol atmalı bazen, bazen sarı kart görmeli, başarılarına gurur katacak kupalar kaldırabilmeli. Yaşamak budur. Bir futbolcu düşünün, karşı takımın oyuncusu gol attı diye akşam evini kurşunlatıyor, hakem kart gösterdi diye kafa göz dalıyor. Kazanmak için rakibini paramparça ediyor. biraz uç bir örnek gibi gelmiş olabilir ancak biz yaşamda tam da bu hırsla sahaya çıkıyoruz. hepimiz tek bir şeyin peşindeyiz: PARA

Para için yapmadığımız teknik faul yok. birbirimizi öldürüyor, hakkımızı yiyiyoruz, her türlü çirkefliği yapıp ona sahip olmaya çalışıyoruz. aslında paraya sahip olmak istememizin sebebi o kadar masumane ki... sadece ama sadece MUTLU OLMAK. gerçekten, tek istediğimiz bu. Mutsuz ruhumuzu doyurabilmek ve onun sesini biraz olsun dizginleyebilmek.  

örneğin; 
*Paraya sahip olduğumuzda güç sahibi oluruz, insanlar önümüzde eğilir, kendimizi değerli hissetmemizi sağlarlar bu da bizi mutlu eder
* Paramız olursa güzel bir arabamız olabilir. Markalı bir araba, hava demektir, karizma demektir, daha fazla kadın demektir. E kadın demek, yatak odası demektir tabiki (!). biraz yatak macerası, derinlerdeki mutsuzluğumuzdan birkaç dakikalığına uzaklaşma fırsatı verir. bu yüzden para güzeldir ve elde edilmelidir.
*paramız olursa melesa, bu sıkıcı hayatımızdan çıkıp dünyayı gezebiliriz. dünyayı gezip mutlu olduktan sonra yine mutsuzlaşırsak bir konsere gider, gürültü patırtıyla yine uzaklaşırız mutsuz iç sesimizden. Eve döndüğümüzde yine mi konuşuyor? Ararız arkadaşları, dışarı çıkar birşeyler içeriz. Gülüp eğlenince yine mutluluk seviyemiz yükseliverir işte. Olmazsa alışverişe çıkarız.  Daha güzel kıyafetler alır, en iyi güzellik uzmanlarının elinde bir mucize bebeğe dönüştürürüz kendimizi. Böylece erkekler bizi daha çok beğenir. Herbirinden gelen mesajlarla, bir mekana girdiğimizde üzerimize yönelen bakışlarla kendimizi daha da iyi hissederiz. Öyleyse  paraya sahip olmalıyız. Bu bizim için ölüm kalım meselesi.

Örneklerde de görüldüğü üzere kimse aslında paraya filan tapmıyor, herkesin sahip olmaya çalıştığı tek şey: MUTLULUK

Bizler olduğumuz an'da mutlu olmayı başaramazsak, elbette mutlu olmaya çalışmak için çıkış yolları aramamız çok normal. sonuç olarak mutluluk kapısının anahtarı da para gibi görünüyor ancak bu bir yanılgıdır. Eğer para ile mutsuzluğumuzu bastırabilseydik, zenginlerin neden uyuşturucu, alkol ya da s.ks bağımlısı olduklarını anlamakta güçlük çekerdik. zengin ve başarılı hatta üstüne üstlük yakışıklı olmalarına rağmen uyuşturucu kullanımının bu camiada had safhada olduğunu biliyoruz.

 Gerçek şu ki: insanlar her an mutlu olmayı öğrenebilmeliler. Her yerde ve her şartta... çok zor durumda olan insanlar bile mutlu olmayı başarabilmeliler. Mutlu olmaktan kastım kabul etmek değil. bulundukları yerden çıkmak için yine çabalasınlar ama bulundukları yerde içsel mutluluğu sağlayamadıkları sürece bir üst seviyeye geçmenin mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyorum. "Burada" (herşeye rağmen) mutlu olmayı başarırsak mutluluk bilincimizi yükselebilir dolayısıyla daha yüksek bir bilinçle, daha yüksek enerjiye sahip bir realite yaratabiliriz. BÖYLE DE GÜZEL dediğimiz an anahtarlarımız kapıları açmaya başlıyor. Evet benim de, büyüttüğüm hayallerim var, pişmanlıklarım, hatalarım, yarım bıraktıklarım, korktuklarım...vs. yine de bundan sonrasını daha keyifli hale getirebilmenin benim elimde olduğunu biliyorum. yaşadığım sürece hiçbir şey için geç değil, hiçbir şey imkansız sayılmaz. SIR, böyle de güzel deyip hayatındaki olumlu taraflara odaklanarak gülümseyebilmekte ve tabi daha iyisi için çaba sarfedebilmekte.
hepimiz biriciğiz ve hepimiz daha iyisini hak ediyoruz. iyi ki birileri pollyanna gibi sadece şükretmekle kalmayıp daha iyisine sahip olmak için çalışmış da bugün hala mum ışığında yaşamak zorunda kalmıyoruz. elbette, dünya turuna çıkmayı hak ediyoruz, elbetteki güzel bahçeli evlerde yaşayıp, iki adımda denize dalmayı hakediyoruz. öyle birilerinin anladığı gibi hiçlik hiçbirşeye sahip olmamak değildir. Hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır hiçlik. Evet, Küba'yı, Hawai'yi gezsem, dilediğimce kalıp güzel teknemle yeni yerler keşfetsem çok çokkk çokkkk güzel olur ama BÖYLE DE GÜZEL.

Sahip olduklarımız yaşamdan keyif almamızı, gözlerimizin ışık saçmasını sağlar. o yüzden hep daha iyisini isteyelim, burada bir sıkıntı yok. Sıkıntı, sahip olduklarımızı sahiplenmemizde. işte parayı sırf mutlu olabilmek için isteyenler sahip olduklarını sahiplenenlerdir. para giderse, güç gider. Güç giderse maskeleri düşer ve gerçek yüzleriyle karşılaşmaya tahammülleri yoktur. Bunun için daha çok para, daha çok güç peşinde koşarlar. Sonra da Bu parayı, bu gücü, bu evi, bu arabayı, bu güzelliği, bu kadını kaybederlerse kendilerinin bir HİÇ olduklarını bildiklerinden, paranın satın alabildiği tüm sahte maskelerini ne pahasına olursa olsun korumaya çalışırlar. Sahiplendiklerimiz bize kaygı verir, saldırganlaştırır. Sahip olduklarımız bizi yaşama bağlarken, sahiplendiklerimiz yaşamdan tat almamızı engeller.

Kimi algılayışa göre, insan yeryüzüne tanrısallaşmaya geliyor. Bir kuru ekmekle, bir avuç pirinçle ömürlerini geçirip, sabah akşam meditasyon yapıp kendilerini çilehanelere kapatanlar var. Bana kalırsa insana bahşedilmiş böyle güzel bir armağanı geri çevirmektir bu ve bunun Allah tarafından hoş karşılanacağını düşünmek de bence büyük bir yanılgı. Yaşam, insana sunulmuş en güzel armağandır ve eğer Hiçlikten bahsedeceksek, yaşamın kendisine bakmak lazım. yaşama sahibiz ama onu sahiplenemeyiz çünkü ölüm, kabul etmek zorunda olduğumuz bir gerçektir.
HİÇLİK mertebesi denilen şey, dünyanın nimetlerinden yararlanmamak, inzivaya çekilmek, sokaklarda uyumak, pislik içinde dolaşıp sürekli sarhoş gezmek olamaz. 
HİÇLİK SAHİP OLDUKLARININ KEYFİNİ ÇIKARIP ASLINDA HİÇBİRİNİN VAR OLMADIĞININ BİLİNCİNDE OLMAKTIR. bu yüzden sahip olduklarını sahiplenmeye gerek duymadan yaşam oyununda aktif rol almaktır. 

Kabuslardan kurtulup Yaşam boyu en güzel rüyaları görmeniz dileğiyle... 3 yaşındaki yeğenimin söylediği gibi: "kendinize selam söyleyin" ;)




1 Ekim 2014 Çarşamba

Kurban Bayramı-Kan Nehri

ibadet adına kurban kesme vahşetinin çıkış noktasına baktığımızda Hz. İbrahim'in rüyasında Hz. Ismail'i kesmesinin emredildiğini ve Hz. İbrahim'in en sevdiği oğlunu kesmeye götürdüğünü tam kesecekken yeni bir emir geldiğini, bu emir ile karşı dağdaki koçun kesilmesinin istendiğini görüyoruz. Yüzyıllardır hayvan katliamına dönen bu ibadet aslına bakıldığında farz bile değildir. Dinen vacib kabul edilir. Yani kurban kesmek iyi birşeydir demiş vakt-i zamanında bir din alimi (?)
Bu konuya tasavvuf açısından yaklaşacak olursak yani kadim bilgeliğin islamiyet içindeki yorum ve bakış açısı şunu söyler: "dünyevi olan hiç bir şeye bağlanma çünkü hiçbiri gerçek değildir.  Maddeler dünyasında bağlandığın, onsuz olamayacağını düşündüğün, kaybetmekten korktuğun hersey seni BİRLİK BİLINCİnden uzaklaştırır. Bu dünya sadece bir yanılsamadan ibarettir. Bu nedenle herseyi hak etmeye çalışmak fakat hiçbir şeye ihtiyaç duymamak gerekir." Hz. Ibrahim bu rüya ile sınanmıştır. AŞK için evladını dahi kaybetmeyi göze alabiliyor mu, bunu olgunlukla kabul edebiliyor mu ve Allah AŞKı için çok sevdiği, 7 yaşındaki oğlundan vazgeçebiliyor mu? Elbette ki bu, sembolik anlamlar taşıyan bir hikayedir. "Benim" düşüncesinden arınabilmek insanlık evrimindeki son evrelerden biridir. Bu evre, Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin kabedeki putları yıkmaları ve Hz. Muhammed'in Hz.Ali'ye sırtına çıkmasını söyleyip son iki putu kırdıklarında Kabe'ye Allah'ın zuhur etmesi hikayesinde de yine sembolik olarak ifade edilir. Son iki put, BENLIK VE ÖNYARGI PUTLARIydı. Her Dünya'nın bir kabesi vardır der Mevlana. Ve ekler her insan bir dünyadır. Öyleyse insanın da bir kabesi vardır dönmesi gereken. İnsanın kabesi kalbidir. Ve bizler kabelerimizdeki putları yıkmadan yüreklerimize Allah'ın ışığı zuhur etmeyecektir. İnsan, insanlaşma sürecinde Tanrısallığa ulaşabilmesi için buna benzer şekillerde sınanır. Her ders esasında bir putun daha yıkılabilmesi için gönderilir. İşte Hz.  İbrahim artık tanrısallaşma yolundaki evriminde öyle bir mertebeye gemiştir ki, sahip olduklarına duyduğu derin bağlılik ile sınanmıştır. Yani sonuncu putlardan biriyle, BENlik putunu yıkabilecek olgunluğa sahip olup olmayışıyla...
Hz. İbrahim,  bu durumu olgunlukla karşılar. Zaten Allah'ın vermiş olduğu bu hediyeyi sevgiyle kabul etmiş, emaneti olarak gördüğü oğlunu yine Allah için feda etmekten çekinmemiştir. Tam oğlundan vazgeçmek üzereyken 2. Emir gelir. "Sen görevini yaptın. Şimdi karşıdaki dağa bak. Orda senin için bir Koç indirdik. Allah için onu kurban et"

Bu hikayenin günümüze gelişi ve geleneğe dönüşmesine bir bakalım. Adam, bırakın oğlunun sahibi olduğu düşüncesinden sıyrılmayı, kendini dünyanın sahibi sanırken ibadet adına kurban kesmekten geri kalmıyor. Aslında bu, DİNİDAR insanların bilinç düzeyini açıkça gözler önüne sermekte. Bırakın çok sevdiği halde oğlundan vazgeçmeyi, bu insanlar, banka hesaplarından, evinden, arabasından hatta salondaki koltuğundan vazgeçmeyi bile göze alamaz. Arabaları çizilse dünya başlarına yıkılır. Evlatlarının Allah tarafından gönderilen emanetler olduğunu, bedenlerinin bile onlara ait olmadığını idrak edemezler. Lafa gelince "mülk Allah'ındır" Icraata gelince "Benim!"
Benlik putunu yıkamadığımız sürece taşlamak istediğimiz şeytanın piyonları olacağız.

Bu meseleye bir de türlü türlü mantık yürütmeler ile meşruluk kazandırmaya çalışmaları yok mu? Neymiş efendim, Habil ile Kabil'den beri içimizde vahşet seven bir yan varmış, kurban keserek bu ihtiyacımızı gideriyor, birbirimizi kesme isteğimizi köreltiyormuşuz. Öyle bir vahşi yanımız varsa kurban kesmek bunu köreltmez daha çok tetikler bence. Öncesinde kan görmeye dayanamayan insanların bile Kestikçe kesesi gelir. Bakınız: Kasapların osmanlı'da 5 yıldan fazla kasaplık yapamamalarının sebepleri.

 Gelelim Etleri fakirlere dağıtıp doymalarına yardımcı olma meselesine, eğer mesele ssdece buysa marketten et alıp dağıtabilmeliyiz. Ayrıca çok tehlikeli bir bakış açısı var burda acınacak durumdaki insanlara yardım ederek yardımsever bir insan olduğumuzu hem kendimize hem de cümle aleme kanıtlamış oluyoruz. Bu, egoyu besler. Yani BENe düşeriz yine BENLİĞİMİZE yenilmiş oluruz. Ego bizim negatif yanımızdır. Farkında olmadan icimizdeki şeytani tarafı beslemiş olur tanrısal enerjiden mahrum kalırız. Unutmamak gerekir "Acırsanız acınacak duruma düşmeden ölmeyeceksiniz"

Zor durumda olan insanların tekamülü gereği o senaryoyu yaşadığını idrak edemediğimiz sürece bu maddi dünyaya ruhlarımızı hapsederiz. Elbette ki zor durumda olana ışık olacağız, hak edişini yükseltmesini sağlayacağız, bizden yardım talep ederse can-ı gönülden yardım elimizi uzatacağız fakat bu, ona acıyıp 40 yılın başı et yemelerine vesile olarak değil, daha sık et alabilmeleri için adil bir sistemin kurulması adına ses vermekle olacak, bir işe yarayacağız. Bizler en iyi ayakkabıları giyerken, onların ayağındaki yamalı çorapları görüp kendimizden utanmak değil kastım. Çünkü her insan bir ve eşsizdir. Herşeyin en güzelini hakederiz fakat hakettiğimizi bildiğimiz halde, alabilecek durumda olduğumuz halde pek çoğuna ihtiyaç duymamaktır aslolan. Yanlış olan bizim soğuğa dayanıklı ayakkabılar giymemiz değil, yalın ayak gezenlerin düşürüldüğü durumdur. Bu durumu kanıksayıp, geleneklerin ve düzenin bir parçası olmak bir ibadet kabul edilemez. İbadet önce insanın kendi iyiliği ve sağlığı içindir. Sonra yaşamını düzenlemesi, yaşadığı Dünya'yı yaşanabilir kılması içindir ki namaz, zekat bu amaca hizmet eder. Sonra mı?  Kendine ve çevresine iyi bakan, potansiyelleri kullanmayı bilen, hisleri vasıtasıyla Allah katıyla bağını koparmayan insan zaten kendini ve dünyayı yaşanılır kılma cesaretini gösterebilmiş ve bilinç seviyesi yükselmiş insandır. Bu bilinç boyutunu deneyimleyenler çevrelerine Tanrısal enerji saçar ve iyilik enerjisini büyütürler. Daha çok sevgi enerjisinin yeryüzüne ulaşmasına aracılık ederler. Bu ışık elçiliği ile de nihayetinde Allah'a hizmet etmiş olurlar. İbadet ancak bu şekilde "Allah için" yapılabilir. Bırakalım artık bu geleneksel, DİNİDAR bakış açısını. Allah'ın verdiği o muhteşem mekanizmayı çalıştıralım ve uykudan uyanalım biran önce.  Çünkü şeytan uykudakilerin bedenlerini kullanır ve onların sesiyle konuşur. O nursuz yüzlere, çirkin bakışlara rağmen hala sözlere kanıyoruz. Artık sözlere değil gözlere bakma vakti. Gözlerdeki ışığı görmek ve o ışığın izini sürmek, insanlığın kıyamet dönemini yaşadığı şu günlerde kıyam edenleri ayıracak yegane özelliktir. Unutmamak gerekir ki, şeytan daima Allah dostu kılığında akıl çeler.
Şeytani enerji ile Rahmani enerjiyi birbirinden ayırmak çok basit aslında. Şeytan, öfke doludur, nefret kusar, intikam ister, vahşete çağırır. Karanlığıyla korkutur, ÇÜNKÜ KORKUTTUKLARI İLE BESLENİR. Rahmani enerji ise sevgiyle, hoşgörü ve birlik bilinciyle büyür. Bu korku kültürü hangisini besliyor dersiniz?
Sevgide kalmaya devam edin.